Sennett, bugün, tanımadığımız ama aynı şehirde yaşadığımız insanlarla kurulacak çok boyutlu ilişki ve hazlardan yoksun kaldığımızı söylüyor ve şu soruları soruyor: Yabancı, nasıl tehdit edici bir unsura dönüştü? Sessiz kalarak seyretme, kamusal hayatın tek yolu haline nasıl geldi? Yalnız kalma, bir hak olarak nasıl oluştu? Özel hayat ilgi odağı haline nasıl geldi? Politikacıları neden yaptıklarına ve programlarına bakarak değil de kişisel özelliklerine göre değerlendiriyoruz? Evlerimize özen gösterdiğimiz halde sokaklarımız neden pis?
Sennett, kamusal alanların yaşanan mekanlar olmaktan çıkıp gelip geçilen yerlere dönüşmesiyle yüreklerimizi sevgili ve dostlarımızın dışında kimseye açamadığımızı, özel hayatına kapanan kişiliklerimizin giderek güdükleştiğini, başka insanlarla oyun oynama yeteneğimizi yitirmemizin bizi nasıl eksilttiğini tarihsel / toplumsal bir perspektifle işliyor. Bu süreci Balzac ve Diderot'nun yazılarına, Paganini ve Liszt'in müziğine, tiyatro ve izleyicinin davranışlarına, mimariye, Dreyfus olayına ve Richard Nixon'ın kariyerine, özel ve kamusal hayatın konuşma ve giyim biçimleri gibi gündelik örneklerine bakarak anlatıyor. Modernlikle birlikte özel hayatına tutsak olan insanın kamudaki sessizliğini, yalnızlığını, yaşayan değil seyreden bir insan haline gelme tarihini inceliyor.
Kamusal Alan'ın tartışmaya açıldığı bugünlerde muhakkak okunması gereken bir eser. Kamusal Alan'ın batıda nasıl doğduğu, nasıl değiştiği yanında mahremiyetin değişimini ve sosyal yaşam-özel yaşam arasındaki ilişkinin nasıl çeşitlendiği, içiçe geçtiği,hatta birbirinin yerine geçtiğini de göreceksiniz. Bu sürecin mimariye, giyim kuşama, her türden insan ilişkilerine, şehire, sokağa, bilime, hukuğa, kurumlara, ticari faaliyetlere, vs. nasıl yansıdığını göreceksiniz. Bu kadar karmaşık ve çok bileşenli bir konunun, böylesine akıcı ve derli toplu aktarılmış olmasına şaşıracaksınız. Ayrıca çok heyecan verici bir anlatım tarzı ile karşılaşacaksınız.
Richard Sennett, kent kültürü üzerine yazdığı üçlemenin ilk bölümü olan Kamusal İnsanın Çöküşü'nde modern çağları kamusal yaşam ile özel yaşam arasındaki dengenin değişmesi bağlamında ele alırken, modern zamanlar üzerine duymaya alıştığımız hikayelerden çok farklı bir hikayeyi anlatmayı da gücünü yeni sorular sorabilme yetisinden alan böylesine yeni bir bakışla gerçekleştiriyor.
Sennett, tarih ve kuram arasında kurduğu etkileşimden hareketle, 18. yüzyıl Avrupasının en büyük iki şehri olan Paris ve Londra'da yükselen bir burjuvazi çevresinde odaklanan bir kamusal yaşamın, 19. yüzyıldan itibaren özel yaşamın giderek artan ağırlığı altında ezilişini anlatmaktadır. Kişisel ve kamusal olan arasındaki ayrım, 18. yüzyıldan çok daha eskilere dayanmakla birlikte, 18. yüzyılın başından itibaren modern kullanımına benzer bir içerik kazanmaktadır: "Kamu" sözcüğü, aile ve yakın arkadaş kesimlerinden farklı, çok çeşitli insanları içine alan, tanıdıklardan ve yabancılardan oluşan bir alanı kapsamaktadır. Sennett, 18. yüzyıla kadar pek kullanılmayan "kozmopolit" sözcüğünün, 18. yüzyılın bu iki şehrinde varolan toplumsal yaşamı anlamamızda bize kılavuzluk edecek önemli bir ipucu sunduğunu belirtmektedir. Kimdir kozmopolit? Kozmopolit, köksüz olandır, yaşadığı coğrafyayla kurduğu ilişkilerle kimliğini açıkla(ya)mayandır, bir yabancıdır. "Başka bir dünyadan gelen bir yaratık değil, bir meçhuldür." Sennett, bir anlamda "yabancının" hem toplumsal hem de kişisel yaşamlarımızdan silinişinin hikayesini fısıldamaktadır bize, "kozmopolit"in yavaş yavaş ölüşünün hikayesini.
Sennett'a göre, 20. yüzyılın mahrem toplumu, 19. yüzyılda sanayi kapitalizminin ve Tanrıların ölümünün -sekülerleşmenin- yol açtığı sarsıntılar üzerine kurulu iki temel ilke etrafında örgütlenmektedir: Benliğin sonsuz tatmin arayışı olarak tanımlanabilecek "narsisizm" ve yıkıcı/dışlayıcı/reddedici cemaat anlayışlarının yüceltilmesi.
19. yüzyılın sarsıntıları arasında kendilerini "huzurlu" ve "samimi" ortamlar arayışı içinde bulan insanlar, bir yandan 18. yüzyılın kafelerinden, parklarından ve tiyatrolarından 20. yüzyılın oturma odalarına doğru çekilirken, öte yandan Tanrının ölümüyle içine düştükleri inanç bunalımını gittikçe kendi deneyimlerine odaklanarak, kendi durumlarını gizemleştirerek ve benliklerine özel bir anlam yüklemeye çabalayarak aşmaya çalışıyorlardı. Bu, aynı zamanda, toplumsal yaşamda varlığını eylem üzerine kuran insanın yerini suskun izleyiciye ve daha sonraları da dikizleyiciye bırakışı anlamına geliyordu. Artık Paris'in kafeleri ve parkları tek başına oturan suskun insanlarla dolup taşıyordu. Mahremiyeti yaşamak için aileden kaçan ama görünmeyen duvarlarla birbirinden ayrılmış olan bu yalnız kalabalık için kamusal alan, hiç kuşkusuz özelleştirilmiş bir özgürlük alanı sunuyordu. Öte yandan kamusal alan bambaşka nosyonlar üzerine kurulmaya başlamıştı: Yabancılarla konuşma yadırganacak bir davranış halini alırken, yalnız kalma hakkı da herkesin ardına gizlenebileceği bir kalkan oluyordu. Başka bir deyişle, "kamusal davranış bir gözlem, pasif bir katılım, bir çeşit röntgencilik" halini alıyordu (45).
Hiç kuşkusuz, 19. yüzyılda kamusal yaşamın giderek daha çok edilgenlik, suskunluk ve izleyicilik imgeleri etrafında şekillenmesi üzerinde, sanayi kapitalizminin toplumsal yaşamı örgütleme ve denetleme gücünün etkisi büyüktü. Sennett, Paris'te 1850'li yıllardan sonra büyük satış mağazalarının yaygınlaşmaya başlamasının kamusal alanda yaşananların daha az "sosyal" (karşılıklı etkileşim anlamında) bir nitelik kazanmasını da beraberinde getirdiğine işaret eder. Bu satış mağazalarının ilki olan ve 1852 yılında Paris'te açılan Bon Marché adındaki perakende satış mağazası, üç yeni görüş temelinde kurulmuştur: Parça başına kar oranı düşük olsa da, satış hacmi arttırılacaktı; malların fiyatları sabit tutulacak ve açıkça belirtilecekti; ve arzu eden herkes mağazaya girip, bir şey satın almak zorunda olmaksızın sergilenen mallara bakabilecekti. Birbirleriyle hiçbir alakası olmayan ürünlerin yan yana gelebildiği mağazalar, bir anlamda fabrikaların tamamlayıcıları oluyorlardı. Müşteriler, girdikleri mağazalarda gerek sömürgelerden ihraç edilen ilginç mallarla gerekse seri üretimin sunduğu ticari mallarla uyarılıyor, "kendi iradeleriyle" seçtiklerine özel anlamlar yüklüyor ve kendilerini alışılmadık olanın geçici albenisine bırakıyorlardı. İnsanlar, sahip olmayı hiç düşünmedikleri malları alabilme "şansına" sahiptiler artık.
Oburluk ve yalıtılmışlık üzerine kurulu, gözlemeye, suskunluğa ve edilgenliğe dayalı bir alışveriş mekanı olarak yeniden kurgulanan kamusal alanın karşısında, özel alan, karşılıklı etkileşimin hüküm sürdüğü ancak gizli kalması gereken bir dünyadır. Mahremiyetin merkezinde yer alan çekirdek aile, "katı olan her şeyin buharlaştığı" bir çağın ekonomik ve demografik değişimlerine karşı koyabilmek için bir araçtı: "Ailenin işlevi bir tür sığınak, barınılacak bir yer olmasıydı" (226). İnsanlararası iletişimin gizli alanlarda daha anlamlı olduğu şeklinde de ifade edilebilecek bu mahremiyet anlayışı, bir anlamda Viktoryen bir namus anlayışının mirası olarak sonraki kuşaklara kalacaktı: Duygular iradedışı olarak başkalarına gösterilmemeliydi, hatta duygulanmaktan kaçınılmalıydı. Viktoryen ahlak anlayışı aslında "tutkunun yadsınması adını almış irrasyonel bir tutkuydu" (221).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder