Bu Blogda Ara

15 Ağustos 2011 Pazartesi

ÖLÜM ORUCU....

Somali'de açlık bizde iftarsızlık,
Nerede bu müslümanlık nerede insafsızlık....

Onlar nasıl bir ümmetin torunları?
Komşusu açken tokmuydu karınları?
O sünneti yedi bitirdi şimdiki evlatları,
Geriye kaldı mı insandan başka kurbanları...

Osman SISEN


23 Temmuz 2011 Cumartesi

HZ. AİŞE-İ SIDDÎKA (Radıyallahü Anhâ)

Rahmet’el-lil Âlemin sevgilisi.
Hz. Aişe’dir bir eşi,

Allah’a gönlünü vermiş hatun kişi.

İslam’ın aydınlık güneşi





Hz. Aişe gönlünün gülü,

Bülbüllerin bülbülü,

Sanki yaratılmamıştı ondan görgülü,

Peygamber humeyrasına sevgili…





Eşlerden bir o görmüştü Cibril’i.

Küfre inat değildi kibirli.

Muhammed (a.s.) kıskanırdı gözünden,

Güzeldi amma, severdi güzel huyu yüzünden.





İfk hadisesiydi onu tahkir eden.

Şüphe yok, indirilen ayetler neden.

Künyesi Ümmü Abdullah, zevci Resulullah,

Biter mi saymakla ondaki Hikmetullah…



02 Haziran 2011 İstanbul, Osman ŞİŞEN

TERCEMAN

“ALLAH” diyeni sevdim,
Küffara ihtilaf ettim.

Aradım hak yolu

Taradım tekmil yurdu…

Hak`tan medet umarak,

Ve de düşünmeden sorarak,

Hitabından korkarak,

Bir gün gideceğim yeri anarak…

Düşünmedim kaldığım faniyi.

Düşledim yalnız ebedi Fahri Kani`yi.



Dostlar sanki namahrem olmuş…

Gerçekler zayi.

Unutur mu halel-i Nebi?

Unutsa Ömer alır hakkı.

Sonra iner Hakk`ın sopası…



Kalmadı insanların kusuru,

Amelin şüphe unsuru!..

Kaldı mı ki kalplerin süruru

Batıla karşı hakkın gururu.





Kul azmadıkça,

Hakka yakarmadıkça,

Sünnet –i seniyye`yi terk ettikçe

Fitne karıştı her işimize.

Mabudunu şaşırınca

Kan doğradı ekmeğimize aşımıza

Bela yağdı başımıza…

İsteriz artık tek senden ayn-ür rızâ





Sahabeydi ancak bu kadar anlı

Bedrin aslanları mı kaldı?

Onlar değilmiydi sanki canlı?

Çürümeyecek kefenleri, çünkü kanlı.





Diller onları methetmekten aciz,

Yatar mıydı ki acaba kalksın abdestsiz

Davası ne idi acaba kuru bir cihangirlik mi?

Ezelde verilmişti ona bütün ins ü cinni





Ey mimar başı, yeri göğü sen mi yarattın?

Yaptığın eyvan-ı kisra`yı yıkılmaz mı sandın?

Allah istedi halk-ı cedid

Yaklaştı kafirler için seyf-i hadid…





Bilmezmisin davamız haktır.

Ömer buna bir misaldir.

Selefi Hz. Osman Zinnureyndir.

Gayeleri Allah için dâr-ül cihaddır…

Oda verdi Ebed-ûl –Âbâd

Ahretleri oldu hayatta Şems–Âbâd





Mukaddesatımız Hz. Kuran,

Allahın nusretiyle yetişti heman.

Bu din artık yalnızca sana eman…

Çağrımız Hz. Bilal ile ezan.

Yaklaştı fethin tekbir sesleri,

İndi “Âlim-Allah” ayetleri.

İstedimi Ebbed-Allah…

‘Ve mekerû mekerallah

Vallâhu hayru’l-mâkirin.’

Fîsebilillah olanı,

Koymadı nimetsiz, yerdeki karıncayı.

Olma Firavun gibi gark-ab!

Odur ancak tek Rab….

Bıraktı İbrahim (a.s.) ümmetine

Sımsıkı sarıl onun ipine…

Peygambersiz (s.a.v.) olduk sefil.

Onun duasıdır sana kefil,

Allah bes bâkî heves

Ümmeti ehass-ül havâs

Hasbünallahi ve Ni’mel Vekil

Ve Ni’mel Mevla Ve Ni’men Nasir

Gufraneke Rabbena Ve İleykel Masir….







26 Mayıs 2011 İstanbul, Osman ŞİŞEN

KAMUSAL İNSANIN ÇÖKÜŞÜ, RICHARD SENNETT

Sennett, bugün, tanımadığımız ama aynı şehirde yaşadığımız insanlarla kurulacak çok boyutlu ilişki ve hazlardan yoksun kaldığımızı söylüyor ve şu soruları soruyor: Yabancı, nasıl tehdit edici bir unsura dönüştü? Sessiz kalarak seyretme, kamusal hayatın tek yolu haline nasıl geldi? Yalnız kalma, bir hak olarak nasıl oluştu? Özel hayat ilgi odağı haline nasıl geldi? Politikacıları neden yaptıklarına ve programlarına bakarak değil de kişisel özelliklerine göre değerlendiriyoruz? Evlerimize özen gösterdiğimiz halde sokaklarımız neden pis?

Sennett, kamusal alanların yaşanan mekanlar olmaktan çıkıp gelip geçilen yerlere dönüşmesiyle yüreklerimizi sevgili ve dostlarımızın dışında kimseye açamadığımızı, özel hayatına kapanan kişiliklerimizin giderek güdükleştiğini, başka insanlarla oyun oynama yeteneğimizi yitirmemizin bizi nasıl eksilttiğini tarihsel / toplumsal bir perspektifle işliyor. Bu süreci Balzac ve Diderot'nun yazılarına, Paganini ve Liszt'in müziğine, tiyatro ve izleyicinin davranışlarına, mimariye, Dreyfus olayına ve Richard Nixon'ın kariyerine, özel ve kamusal hayatın konuşma ve giyim biçimleri gibi gündelik örneklerine bakarak anlatıyor. Modernlikle birlikte özel hayatına tutsak olan insanın kamudaki sessizliğini, yalnızlığını, yaşayan değil seyreden bir insan haline gelme tarihini inceliyor.
Kamusal Alan'ın tartışmaya açıldığı bugünlerde muhakkak okunması gereken bir eser. Kamusal Alan'ın batıda nasıl doğduğu, nasıl değiştiği yanında mahremiyetin değişimini ve sosyal yaşam-özel yaşam arasındaki ilişkinin nasıl çeşitlendiği, içiçe geçtiği,hatta birbirinin yerine geçtiğini de göreceksiniz. Bu sürecin mimariye, giyim kuşama, her türden insan ilişkilerine, şehire, sokağa, bilime, hukuğa, kurumlara, ticari faaliyetlere, vs. nasıl yansıdığını göreceksiniz. Bu kadar karmaşık ve çok bileşenli bir konunun, böylesine akıcı ve derli toplu aktarılmış olmasına şaşıracaksınız. Ayrıca çok heyecan verici bir anlatım tarzı ile karşılaşacaksınız.
Richard Sennett, kent kültürü üzerine yazdığı üçlemenin ilk bölümü olan Kamusal İnsanın Çöküşü'nde modern çağları kamusal yaşam ile özel yaşam arasındaki dengenin değişmesi bağlamında ele alırken, modern zamanlar üzerine duymaya alıştığımız hikayelerden çok farklı bir hikayeyi anlatmayı da gücünü yeni sorular sorabilme yetisinden alan böylesine yeni bir bakışla gerçekleştiriyor.



Sennett, tarih ve kuram arasında kurduğu etkileşimden hareketle, 18. yüzyıl Avrupasının en büyük iki şehri olan Paris ve Londra'da yükselen bir burjuvazi çevresinde odaklanan bir kamusal yaşamın, 19. yüzyıldan itibaren özel yaşamın giderek artan ağırlığı altında ezilişini anlatmaktadır. Kişisel ve kamusal olan arasındaki ayrım, 18. yüzyıldan çok daha eskilere dayanmakla birlikte, 18. yüzyılın başından itibaren modern kullanımına benzer bir içerik kazanmaktadır: "Kamu" sözcüğü, aile ve yakın arkadaş kesimlerinden farklı, çok çeşitli insanları içine alan, tanıdıklardan ve yabancılardan oluşan bir alanı kapsamaktadır. Sennett, 18. yüzyıla kadar pek kullanılmayan "kozmopolit" sözcüğünün, 18. yüzyılın bu iki şehrinde varolan toplumsal yaşamı anlamamızda bize kılavuzluk edecek önemli bir ipucu sunduğunu belirtmektedir. Kimdir kozmopolit? Kozmopolit, köksüz olandır, yaşadığı coğrafyayla kurduğu ilişkilerle kimliğini açıkla(ya)mayandır, bir yabancıdır. "Başka bir dünyadan gelen bir yaratık değil, bir meçhuldür." Sennett, bir anlamda "yabancının" hem toplumsal hem de kişisel yaşamlarımızdan silinişinin hikayesini fısıldamaktadır bize, "kozmopolit"in yavaş yavaş ölüşünün hikayesini.

Sennett'a göre, 20. yüzyılın mahrem toplumu, 19. yüzyılda sanayi kapitalizminin ve Tanrıların ölümünün -sekülerleşmenin- yol açtığı sarsıntılar üzerine kurulu iki temel ilke etrafında örgütlenmektedir: Benliğin sonsuz tatmin arayışı olarak tanımlanabilecek "narsisizm" ve yıkıcı/dışlayıcı/reddedici cemaat anlayışlarının yüceltilmesi.

19. yüzyılın sarsıntıları arasında kendilerini "huzurlu" ve "samimi" ortamlar arayışı içinde bulan insanlar, bir yandan 18. yüzyılın kafelerinden, parklarından ve tiyatrolarından 20. yüzyılın oturma odalarına doğru çekilirken, öte yandan Tanrının ölümüyle içine düştükleri inanç bunalımını gittikçe kendi deneyimlerine odaklanarak, kendi durumlarını gizemleştirerek ve benliklerine özel bir anlam yüklemeye çabalayarak aşmaya çalışıyorlardı. Bu, aynı zamanda, toplumsal yaşamda varlığını eylem üzerine kuran insanın yerini suskun izleyiciye ve daha sonraları da dikizleyiciye bırakışı anlamına geliyordu. Artık Paris'in kafeleri ve parkları tek başına oturan suskun insanlarla dolup taşıyordu. Mahremiyeti yaşamak için aileden kaçan ama görünmeyen duvarlarla birbirinden ayrılmış olan bu yalnız kalabalık için kamusal alan, hiç kuşkusuz özelleştirilmiş bir özgürlük alanı sunuyordu. Öte yandan kamusal alan bambaşka nosyonlar üzerine kurulmaya başlamıştı: Yabancılarla konuşma yadırganacak bir davranış halini alırken, yalnız kalma hakkı da herkesin ardına gizlenebileceği bir kalkan oluyordu. Başka bir deyişle, "kamusal davranış bir gözlem, pasif bir katılım, bir çeşit röntgencilik" halini alıyordu (45).

Hiç kuşkusuz, 19. yüzyılda kamusal yaşamın giderek daha çok edilgenlik, suskunluk ve izleyicilik imgeleri etrafında şekillenmesi üzerinde, sanayi kapitalizminin toplumsal yaşamı örgütleme ve denetleme gücünün etkisi büyüktü. Sennett, Paris'te 1850'li yıllardan sonra büyük satış mağazalarının yaygınlaşmaya başlamasının kamusal alanda yaşananların daha az "sosyal" (karşılıklı etkileşim anlamında) bir nitelik kazanmasını da beraberinde getirdiğine işaret eder. Bu satış mağazalarının ilki olan ve 1852 yılında Paris'te açılan Bon Marché adındaki perakende satış mağazası, üç yeni görüş temelinde kurulmuştur: Parça başına kar oranı düşük olsa da, satış hacmi arttırılacaktı; malların fiyatları sabit tutulacak ve açıkça belirtilecekti; ve arzu eden herkes mağazaya girip, bir şey satın almak zorunda olmaksızın sergilenen mallara bakabilecekti. Birbirleriyle hiçbir alakası olmayan ürünlerin yan yana gelebildiği mağazalar, bir anlamda fabrikaların tamamlayıcıları oluyorlardı. Müşteriler, girdikleri mağazalarda gerek sömürgelerden ihraç edilen ilginç mallarla gerekse seri üretimin sunduğu ticari mallarla uyarılıyor, "kendi iradeleriyle" seçtiklerine özel anlamlar yüklüyor ve kendilerini alışılmadık olanın geçici albenisine bırakıyorlardı. İnsanlar, sahip olmayı hiç düşünmedikleri malları alabilme "şansına" sahiptiler artık.

Oburluk ve yalıtılmışlık üzerine kurulu, gözlemeye, suskunluğa ve edilgenliğe dayalı bir alışveriş mekanı olarak yeniden kurgulanan kamusal alanın karşısında, özel alan, karşılıklı etkileşimin hüküm sürdüğü ancak gizli kalması gereken bir dünyadır. Mahremiyetin merkezinde yer alan çekirdek aile, "katı olan her şeyin buharlaştığı" bir çağın ekonomik ve demografik değişimlerine karşı koyabilmek için bir araçtı: "Ailenin işlevi bir tür sığınak, barınılacak bir yer olmasıydı" (226). İnsanlararası iletişimin gizli alanlarda daha anlamlı olduğu şeklinde de ifade edilebilecek bu mahremiyet anlayışı, bir anlamda Viktoryen bir namus anlayışının mirası olarak sonraki kuşaklara kalacaktı: Duygular iradedışı olarak başkalarına gösterilmemeliydi, hatta duygulanmaktan kaçınılmalıydı. Viktoryen ahlak anlayışı aslında "tutkunun yadsınması adını almış irrasyonel bir tutkuydu" (221).

22 Temmuz 2011 Cuma

FEODAL TOPLUM

1- FEODALİZM
Terimsel anlam olarak feodalizm ve derebeylik aynı paralelde giden iki yarış atı gibidir. Bunlar tarihte birçok zaman diliminde beraberce toplumsal, siyasal, ekonomik ve politik amaçlı ideolojiler şeklinde görülüvermiştir. Ortaçağ Avrupası başta olmak üzere de bir çok kıtada egemen olmuştur. Latince bir kelime olan Feodum (tımar) ile sabit olmayan götürülebilir kıymetli mallar anlamı teşkil eden bu kelime Cermen dil ailesinin türevli üretilen bir sözcüğüdür.Ayrıca Feudum, feodum (Latince): Hizmet karşılığında bağışlanmış mülk anlamına gelirken Fransızca Fief de Mülk, servet anlamlarını da taşımaktadır.

Kavramsal anlam olarak feodalizm, bu düzendeki toplulukta yaşayan toplumlarda üretim ilişkilerinin konumu bağlamında şekillenir. Yani; üreten kesim serf (toprak işçisi ve - veya işçi) ile bunların üzerindeki imtiyaz hakkını kullanan senyör (derebeyi) arasında şeklini bulur. Bu şekillenmede feodal derebeylerinin toprak üzerindeki mülkiyet haklarını, toprak işçisine karşı sınırlı bir mülkiyet hakkı ile karlı bir şekilde kullandırtması şeklinde süregelmiştir. Feodal toplumun siyasi örgütlenişi, koruyan-korunan (süzeren-vassal) ilişkisine dayanan hiyerarşik bir örgütleniştir. Merkezî otorite zayıftır, yerellik görülür. Feodal ekonomi ise, kendi kendine yeterlik üzerine kuruludur.Feodalizm (feudalism) Toprağı ve üzerinde yaşayan köylüleri tek bir kimsenin malı sayan ortaçağ rejimi ve yine bir diğer adı ise derebeylik veya derebeylik sistemi olan tam bir ortaçağ zihniyeti ile açıklanabilecek kapitalizmle sonuçlanan diğer sömürü düzenlerinden bir düzen.

Feodal toplumda tüm üretimin nesnel amacı ise senyörlere rant ödenmesiydi. Bu rant senyörün, ailesinin ve hizmetçilerinin kişisel gereksinmelerini karşılıyordu. Köylülerin (ve zanaatçıların) gereksinmelerinin karşılanması, senyör açısından üretimi sürdürmek ve feodal işletmeyi yaşatabilmek için gerekliydi.
Tamamen köylü emeğinin sonucu olan ürün üç kısma ayrılıyordu:
1. Senyörün kendine mal edindiği kısım
2. Köylü ve ailesinin geçimi için gerekli olan kısım
3. Emek üretkenliğinin yükselmesi ile beslenmek için gerekli asgari miktardan fazla olarak köylünün elde edebildiği ortak ürünün bir kısmı
Son iki kısım gerekli ürünü, birinci kısım ise artı ürünü oluşturuyordu.


Feodal toplumdan emeğin işlenme şekline bir örnek

2- FEODALİZMİN ORTAYA ÇIKMA SEBEPLERİ

Feodalizmin oluşmasına yol açan olay Kavimler Göçü'dür. Avrupa'da Kavimler Göçü'nden sonra Roma İmparatorluğu'nun merkezi yapısı yıkılınca ekonomik bunalım başladı. Roma imparatorluğu yıkıldıktan sonra Avrupa'da büyük karışıklıklar yaşandı. Savaşlar ve yağmalar halkın güvenliğini tehlikeye soktu. Tarıma elverişli topraklar soylular, din adamları ve savaşçı şeflerin eline geçti. Kendilerini güven içinde göremeyen yoksullar , asillerin koruması altına girdiler ve onlar için çalışmaya başladılar. Asiller zamanla krallara karşı üstünlük sağladılar. Feodal düzende soylulara ve büyük toprak sahiplerine senyör , toprağa bağlı kölelere de serf denilmiştir.















1000 'li yıllarda Avrupa haritasında kavimlerin beşeri dağılımı

3- FEODALİZMİN OLUŞUMU
Yaklaşık olarak 5. yy ile 11. yy arası feodalitenin başlangıçtaki biçimlenme (Yukarı Ortaçağ) dönemidir. 5. ve 6. yy'larda büyük toprak sahipleri topraklarının bir kısmını küçük tarlalar halinde yoksul köylülere veriyorlardı, karşılığında köylü ürünün bir kısmını veriyor ve onun hesabına belirli bir iş yapıyordu. Tarla ilk zamanlar belirli bir süre için, zaman içinde yaşam süresince verilmeye başlandı. Bazen de tasarruf hakkı babadan oğula geçebiliyordu. Bu 'PRECES' sistemi idi.
Feodal sistemin ilerlemesiyle toprak ilişkilerinde de bir alt üst oluş yaşandı. Bu dönemde toprak artık özel mülk olarak verilmiyordu. Egemen sınıfın temsilcileri ancak kendi topraklarında silah altına alınan birliklerin başında kralın ordusuna hizmet etmek koşuluyla malikane veya yurtluk denilen topraklara sahip olabiliyorlardı. Mülkiyetin bu koşullu biçimine 'GEDİK' deniliyordu. Gedikler miras konusu olamıyor ancak yaşam boyunca veriliyordu. Askeri görevler yerine getirilmez ise bu topraklar geri alınıyordu.
Bu sistem de 9. ve 10. yy'lar boyunca değişikliğe uğradı ve askeri gedik kalıtsal nitelik kazanarak, 'FRANC-ALLEU' denilen biçime dönüştü. Artık bütün toprak sahipleri daha güçlü bir senyör (Metbu) karşısında bağımlılığı kabul etmek ve kendisini onun vasalı ilan etmek zorundaydı. Vasal senyöründen bir yurtluk alıyor ve silahlarını onun hizmetine veriyordu. En yukarıda ise kraldan başka metbu tanımayan feodaller bulunuyordu.
Gün geçtikçe sanayi devingenliğini arttırıyor ve tarım aletlerindeki ilerleme ile birlikte üretkenlikte artmaya başlıyordu. Bu üretkenlik yavaş yavaşta tarımdan sanayi başlangıcı olan zanaatçılığa doğru gidiyordu. Özellikle de yeldeğirmenlerinin ortaya çıkmasından sonra bağlar genişliyor ve üzüm sıkmacı yetkinleşiyordu. Zanaat üretimi için olan ihtiyaçlar yerel yöntemlerle aynı bölgede üretiliyor ve aynı bölgedede genellikle tüketiliyordu. Bu gelişmelere paralel görünen senyörlerin üretimi köylü emmeğinin yeni merkezi haline gelen köylü işletmelerine kaydırması fikri yeni rantın başlangıç fikrini oluşturur. Fakat Yukarı Ortaçağ'da angarya, yükümlülük ödemenin en yaygın biçimiydi, ayni rant ise bir istisna oluşturuyordu. Kentlerin gelişmesi sonucu rantın para olarak ödenmesi birinci derecede önem kazandı. Artık senyör kendi yurtluğunda üretilmeyen nesnelerle ilgileniyor ve onları satın almak için serflerden para sağlaması gerekiyordu.
Feodal üretim tarzı, her ne kadar çalışan çoğunluğun egemen azınlık tarafından sömürülmesine dayanıyorsa da, serfin küçük bir ekonomisinin olması ve bu yüzden emeğinin sonucuna ilgi duyması feodal toplumun üretici güçlerinin gelişmesini sağlıyordu.


4- FEODALİZMİN GELİŞME ÇAĞI
Kesin olarak kurulmuş feodalitenin (yaklaşık olarak 11. ve 16. yy'lar arası) niteleyici yönü kentlerin zanaat ve ticaret yığınakları, ticari üretim merkezleri olarak hızla ilerleyişidir. Bu dönem tarımla zanaatın birbirinden ayrılmaya başladığı bir dönemdir. Birçok köylü senyöre ayni rantı yalnız tarım ürünü olarak değil zanaat eşyası olarak da ödüyorlardı. Tarım aletleri zaman içerisinde yetkinleşti, özellikle demir saban çok yaygınlaştı. Bağlar, meyve bahçeleri, sebze ekimi yaygındı. Artık köylü ailesi zanaata daha fazla zaman ayırabiliyordu. Bu da uzmanlaşmanın gelişmesi demekti. İlkin demircilik ve çömlekçilik dalları oluştu. Su değirmenlerinin yaygınlaşması üretimin gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Yünlü kumaş üretimi arttı. Her gün, daha fazla köylü uzman zanaatçı haline geliyordu. Tarım köylünün tek geçim aracı olmaktan uzaklaşıyordu. Uzmanlaşmanın ilerlemesiyle zanaatçı gittikçe daha sık olarak ürününü sürmek ve gereksinimi olan şeyleri satın almak için pazara gitmeye başladı. Zanaatçı meta üreticisi haline geliyordu.
Zaman içinde pazarların yetersizliği nedeniyle köylerden kaçan ya da senyörlerinin (para karşılığı) izniyle ayrılan köylüler zanaat eşyasının daha kolay satılabileceği, ham madde kaynaklarına yakın, aynı zamanda güvenlikli yerler arıyorlardı. Bu yerleri kralların, prenslerin ve piskoposların konutlarının duvarları altında, büyük yönetsel merkezlerin yakınlarında buluyorlardı. Köylerinden ayrılıp giden köylüler yük boşaltıcılık, kayıkçılık ve mavnacılık yapabilecekleri ve ürünlerini kolayca satabilecekleri, kervanların mola verdikleri yerlere, kara yolları ve nehir yolları kavşaklarına yerleşmeye çalışıyorlardı. Böylece köylüler yavaş yavaş feodal boyunduruktan kurtuluyorlar, ticaretin ve zanaatin merkezi haline gelen kasabaları büyütüyorlardı. Zanaatin gelişmesiyle beraber yeni bir tabaka olan tüccarlar tabakası da ortaya çıktı. Eskiden zanaatçı kendi ürününü kendisi satarken artık tacirler zanaatçıdan ürünü satın alıyor ve pazarda daha pahalıya satıyordu. Kırsal bölgelerden kaçan köylüler kendi topluluk ilişkileri, töre ve adetlerini her yana yayıyorlardı. ve bu dönemde ortaya çıkan belediyeler geleceğin kentlerinin çekirdeğini oluşturuyordu. Belediyelerin en önemli etkinliği zanaatçılığı, ticareti ve nüfusun bir bölümünün çalıştığı tarımı komşu feodallere karşı savunmayı düzenlemesiydi. Belediye yönetimi altında yavaş yavaş meslek loncalarının temelleri de atılıyordu. Belediye yönetimince seçilmiş organlar senyörün delegeleri ve kralın görevlileriyle birlikte çalışıyordu. Kentte en yüksek organ, seçimle gelen meclisti; bu meclis milis kuvvetlerini seferber ediyor, zanaatı denetliyor, gerekli kararları yayınlıyordu. Daha sonraki süreçte ise kentlerdeki iktidar 'PATRİSYENLER' (aristokrasi) denen kent halkının en zengin bölümünün eline geçti. Patrisyenler;belediye topraklarındaki mülk sahiplerini, büyük tüccarları, tefecileri ve kentte oturan küçük feodalleri içine alıyordu. Halk kitleleri ise zanaatçılar ve ailelerinden oluşuyordu.
Zanaatçının üretmiş olduğu zanaat ürünleri ile kurmayaı başardığı birliğin artık yeni bir adı olmuştu. Bu ise çalışan zanaatçıları bir araya toplayan şimdiki loncaların da ilk adımı sayılan lonca birlikleri idi. Kentte o kadar önemli bir kimliği sahipti ki bu dinsel kimlik faaliyette bulunmayı “üye olmayanlara” bile yasak kılmıştı. Ancak bu loncalar zamanla ekonomik ilerlemeyi durduran bir hal almış, sebeplerin başında ise meslek sahiplerinin gelişmeye açık olmayışı, açılımlara karşı olan feodal hiyerarşi içerisinde yönetilen bir fenomene sahip bulunmaları idi. Bu grupa karşı çıkan yeni ustalar, kalfalar ve çıraklar artık kendi öz yetkinliklerini sergilemek için şaheser vermek zorunda kalmış, yani ustalığa geçmek istemeyen bir kalfalar sınıfı yaratılmıştır. Bu sınıf ise en büyük zararı paylaşan zümreler olduğu için yoksullaşmış, ve bu yoksunlaşan grup ise varlıklı kalmayı başaran zanaatçi ve feodal aristokrasiye kafa tutan kentlerin yeni yoksullar sınıfını oluşturmuşlardır.
Bu sömürü şeklinin yanında en önemli ikinci bir görevi de din istismarı ile oynanan inanç oyunu üstleniyordu. Toplumun feodal aristokrasi tarafından ıslahı da bu din kurumlarına “kiliseye” düşüyordu. Bu ise verilen fetvalarla yeryüzünde çekilen acıların ödülü olarak göklerde mutluluk vaat ediliyor, halk yığınlarını senyörlere karşı savaşımdan saptırmak için halka bilinçli olarak yumuşak başlılık ve boyun eğme aşılanıyordu. Yani, Ortaçağ'ın bütün uygarlığı, dinin ve kilisenin derin damgasını taşıyordu.
Feodal sömürü, köylülerin ve zanaatçıların sert direnişlerine neden oluyordu. Emekçi yığınların feodallere karşı yürüttüğü sınıf savaşımının kökeninde, küçük işletmenin ekonomik bağımsızlığı ile üreticinin emeğinin bir bölümünü vermek zorunda olduğu feodal senyör ile ekonomi dışı bağımlılığı arasındaki çelişki vardır. Emekçilerin başkaldırıları, feodal toplumun üretici güçlerinin ilerlemesine katkıda bulundu. Fakat isyancıların örgütten yoksun oluşları, köylü çalışmasının özel çalışma koşullarının sonucu olan dağınıklıkları, deneyimli önderlerinin bulunmayışı vb. sebepler isyanları yenilgiye götürdü. Bu savaşımın biçimleri, tarihsel somut koşullara, üretim ilişkilerinin biçimlerine, siyasal kurumların niteliklerine bağlı bulunuyordu. Ancak feodalitenin toplumsal bir biçimlenme olarak dağılıp parçalanması sırasında, emekçilerin sınıf savaşımı, düzenin temellerini yıkabildi.






5- KAPİTALİST İLİŞKİLERİN DOĞUŞU
Ortaçağ'ın son dönemi 16. yy'da başladı. Bu dönemde üretici güçlerin gelişmesi öyle bir düzeye vardı ki, kapitalist ilişkiler feodal ekonominin bağrında boy vermeye başladı. Bu süreç üretim alet ve araçlarına sahip olan burjuvazi ve bu araçlardan yoksun olduğu için emek-gücünü kapitaliste satmak zorunda olan proletaryayı (işçi sınıfını) doğurdu.
14. yy'da eskiden akıntının içine yerleştirilerek devindirici güç olarak kullanılan sudolabı, suyun düşmesi ile devindirilen kanatlı çarklara başvurularak geliştirildi ve verimi büyük oranda arttı. 15. yy'da yüksek fırınların icadından sonra, yetkinleştirilmiş su dolabının yardımıyla mekanik körükleme (eskiden el körükleriyle maden sadece macun kıvamına getirilebiliyordu) yöntemi ortaya çıktı. Artık madenler sıvı duruma getirilip dökümü yapılabiliyordu. Böylece çelik imalatına başlandı ve bütün bunlar alet ve avadanlıkların yetkinleşmesini sağladı. Çıkrıklar, tornalar, perdahlama aletleri delgi makineleri ortaya çıktı. İlkel dokuma tezgahlarının yerini yetkinleşmiş yatay tezgahlar aldı. Madeni parçalar, gemi yapımının yetkinleşmesini ve uzun yolculuklara uygun olan büyük tonajlı gemilerin denize inmesini sağladı. Pusula son derece yetkinleşmiş ve matbaa icat edilmişti.
Ticari amaçlarla yapılan üretimin nispeten yüksek düzeyi, büyük servetler, bazı kişilerin, tüccarların, tefecilerin vb. elinde toplandı. Bu sermayenin ortaya çıkışının ön koşullarından biri oldu. İkinci elverişli koşul, kişisel olarak özgür, fakat üretim ve dolayısıyla geçim araçlarından yoksun bireyler yığınının varlığıydı. Bu ise feodal soylular ile doğmakta olan burjuvazinin, emekçi yığınları zorla mülksüzleştirmesinden ileri geliyordu.
Sanayide kapitalist üretimin gelişmesinin ilk evresi basit elbirliğidir. Artık ücretli işçi haline gelen çok sayıda üretici, doğrudan kendi hesabına değil, çoğu kez tüccar, aracı, tefeci ya da zenginleşmiş zanaat ustası hesabına çalışıyordu. Bu kapitalist atölyelerde henüz işbölümü yoktu, işçilerin hepsi aynı işlemi yapıyordu. Yinede elbirliği emeğin üretkenleşmesini sağlıyordu. Daha sonraki aşama ise genellikle tüccarların hakim olduğu, üreticinin atölyede değil evde çalıştığı dağınık manüfaktür sistemidir. Doğallığında bundan sonraki aşama ise; işverenin iş aletlerini, avadanlıkları ve hammaddeyi satın aldığı ve birçok üreticinin çalıştığı geniş atölyelerden oluşan merkezi manüfaktür sistemidir. Tüm bunların yanında keşfedilen ve sömürgeleştirilen toprakların yağmalanması da ilkel sermaye birikimine katkı sağlıyordu.
14. ve 15. yüzyılda İtalyan kentlerinde kapitalist ilişkilerin hızla gelişmesi, ideoloji alanına yansıdı ve Rönesans'ı doğurdu. 16. ve 17. yüzyıllar bilimler için büyük bir dönüm noktası oldu.
Burjuvazinin temsilcileri, 1579'da Utrech birliğini kurduktan sonra zaferi elde ettiler. ”Birleşik krallık” ya da Hollanda, yeni ortaya çıkan ve kesin olarak 1609'da kuruluşunu tamamlayan devlet, Avrupa'da ilk burjuva cumhuriyet oldu. İlerici anlamlarına karşın, Hollanda devrimi ve onu izleyen burjuva devrimler, insanın insan tarafından sömürülmesini ortadan kaldırmıyordu. Ancak, feodal soyluluğun egemenliği yerine, burjuvazinin egemenliğini getiriyordu.
Hollanda devriminin asıl yaratıcıları halk yığınlarıydı. Bu, başarı sağlamış ilk burjuva devrimdi. Ama, Avrupa olaylarının daha sonraki evrimi üzerindeki etkisi sınırlı oldu. 16. yüzyılın ortalarında İngiliz burjuva devrimi ve özellikle 18. yüzyılın sonunda Fransız Devrimi, tam anlamıyla burjuva düzeni çağını açtılar.

KAYNAKÇA
• http://tr.wikipedia.org/wiki/Feodalizm
• http://tarih.5u.com/avrp1.htm#avrp2
• http://www.iscikonseyi.org:80/modules.php?name=Encyclopedia&op=content&tid=42
• http://www.kurtuluscephesi.com/sozluk/toplumlar2.html#10
• http://www.kurtuluscephesi.com/orjinal/toplumlar.pdf
• Zubritski, Mitropolski, Kerov, 1980. İlkel, Köleci ve Feodal Toplum, Çeviren Sevim Belli, SOL YAYINLARI, İstanbul.

• Bloch, Marc, 2005. Feodal Toplum, Çeviren Mehmet Ali Kılıçbay, DOĞU BATI YAYINLARI, İstanbul.
• Bloch, Marc, 2007. Feodal Toplum, Çeviren Melek Fırat, KIRMIZI YAYINCILIK, İstanbul.

KAPİTALİZM

“Kapitalizm” kavramının 19. yüzyılda ortaya çıkışı ve gelişimi; terminolojik olarak İngilizce'de 19. Yüzyılın başlarında belirmiş ve hemen aynı dönemlerde Fransızca'da ve Almanca'da kullanılmaya başlanmıştı. “Kapitalist” kelimesi ise ilk kez çok daha erken dönemlerde (1792) Arthur Young tarafından Traveles İn France isimli dergide yayımlanan bir makalesinde”paralı adamlar” (moneyed man) anlamında kullnılmıştı. Coleridge bu kullanımı 1823'te Tabletalk isimli çalışmasında daha geliştirerek kapitalisti emrinde işçi çalıştıran kişi anlamında kullanmıştır. (Williams, 1983: 50). Thomas Hodgskin ise Labour Defended Againist the Claims of Capital (1825) isimli çalışmasında kapitalistleri şöyle tanımlar:
“Aslında Avrupa'nın para piyasasını elinde bulunduran bütün kapitalistleri ihtiyaçlar olan bir haftalık giyecek ve yiyeceği kendi başlarına sağlayamazlar/üretemezler. Bu kişiler yiyecek üretenlerle giyecek üretenlerin, aletler üretenlerle bunları kullananların arasında kendi yerlerini alırlar. Ancak çoğu zaman kapitalistler bu ürnlerin ne üreticisi nede kullanıcısıdır, ancak onlar bu kesimlerdeki üretimin ve bu ilişlkilerin varlığını düzenlemek adına varlardır” (Aktaran Williams, 1983: 50).

1- KAPİTALİZMİN TANIMI
Kapitalizm tanım özellikleri açısından iki farklı özelliktedir. Bunlardan birincisi, üretimin salt kara amacı güdümlenerek yapıldığı ve bu artı değerinde pazarda satıldığı büyük bir ekonomik sistemin adıdır.
Diğer tanım ise kapitalizmin ücretliği emeğe dayalı bir ekonomik sistem, bir üretim tarzı olduğu vurgulanır.
Birinci tanımı savunanların bir iddiası daha vardır. Oda kar için yapılan üretimin çok eski çağlardan beri yapılagelmesine, olmasına rağmen kapitalizmin eski çağlardan beri varolduğu anlamına gelemiyeceğidir. Çünki o zamanlar kar amaçlı üretim tarzının esasını oluşturmayan oldukça küçük bir bölüm idi. Kar amaçlı üretimin sistemin temelini oluşturabilmesi için mal, para, emek ve sermaye akımlarının serbest olması gerekir. Bu serbestliğin sağlandığı bir düzenin ortaya çıkabilmesi için 15. yüzyılı beklemek gerekecektir. Bu da 15. yüzyıl Avrupası'nda gözlemlenegelmiştir.
İkinci tanımı savunanlar ise kapitalizmin diğer sistemler ve birinci tanımdakine farkla ayırdığı yeni ayırtedici özellikler olarak ücretli işgücünün varlığına işaret etmektedir. Yani bu sistemde işgücünden başka satacak bir değere sahip olmayan proleterya ile ücret karşılığında bu proleteryayı çalıştıran, emeğini ve işgücünü satın alan bunu üretimle değerlendirip sonlandıran bir işveren kesimi hiyerarşisi yaşanmaktadır. Böyle bir sistem ise ancak 17. ve 18. yüzyılların Avrupasında ortaya çıkabilmiştir.
Bu iki tanımın görüşleri her ne kadar faklı unsurları vurgulamakla beraber bu sistemin orijinine dair bazı ortak saptamalar vardır. Bunlar kapitalizmin çıkış öğelerinden ikisi olan yer ve zaman. Yer aynı kıta olan Avrupa'yı göstermekle beraber, zamanda yine Avrupa'da feodalizmin yıkılmasından sonraki tarihsel sürece işaret eder.

2. FEODALİZMDEN KAPİTALİZME GEÇİŞ

Feodal yapılanma içinde üretici sınıf olan köylülerin toprağı terk ederek kentlerde toplanması ilk sınıfsal oluşumunu açıklamaktadır. XVI. Yüzyıl başında Lyon kentinde nüfüs iki katına çıktı ve gelişmiş ticari ve sınai bir merkez haline geldi. Emek piyasalarının farklı biçiminler inin bu dönemde ortaya çıktığı görülmektedir. 1529'da tarımsal kriz nedeni ile açlıktan ayaklanma başladı. 1530'da zanaatkarlar ve küçük üreticiler ayaklandı. Hızla değişen koşullar toplumsal düzeni sarsmaya başladı. 1534 yılında rahipler, soylular, tüccarlar yoksullara yardım programı düzenlemek ve yardım merkezi haline getirmek için sandık kurdular. Bütün bu olgular topraklarını terk eden köylülerin kentlerde karşılaştığı çok ciddi sefaletin de başlangıcını oluşturmakta idi. Bu bağlamda işçi sınıfının doğuşu diğer üretici olan köylülük içinden çıkmıştır.
İşgücünün topraklarından uzaklaşması sonucu iki olgu ortaya çıkmıştır. Birincisi topraksız köylünün her şeyini terk ederek kentlere yerleşmeye başlaması ve orada emek gücünü satmaya çalışması, ikincisi de toprak sahibinin Kıta Avrupa'sı temelli olarak topraklarında artık ücretli emek çalıştırmaya başlamasıdır.
Feodal toplum yapısının içindeki kapitalist ilişkilerin diğer bir ayağı para ve sermayeye dönüşecek birikim üzerinedir. Gerçi ticaret ilk çağlardan beri para ile bir dönüşüm sistemi içine girmiştir. Ancak kapitalist üretim biçiminin geçerli koşullarını sağlayamamıştır. Yeni kıtaların keşfi ve buradaki kıymetli madenlerin Avrupa'ya taşıması, Afrika'daki siyah işgücünün köle emeği olarak geniş plantasyonlarda kullanımı kapitalist birikim sürecini genişleten ve yerleşmesini sağlayan unsurlar olarak kabul edilir.
Ticaretin gelişmesi, kentlerdeki zanaat loncalarını da önemli ölçüde değişikliğe uğrattı. XVI – XVIII yüzyıllarda Batı Avrupa'da bağımsız sanatların gerileme süreci ve lonca sisteminin çöküşü başlamıştır. Lonca sisteminin çöküşü ile ticari ilişkilerin bunalıma girmemesi yeni üretim kaynaklarının ortaya çıkışı sayesindedir. Kapitalist sınai örgütlenme modeli içinde ev sanayi ve kapalı aile sistemi olarak bilinen bir sistem gelişmiştir. Bu sistem içinde işverenin rolü tüccar tarafından üstlenilerek, hammadde ve diğer yardımcı malzeme lonca dışında çalışana verilerek, ondan sadece işgücü ve zanaatı isteniyordu. Kapitalist üretim ilişkisinin henüz çekirdeğini oluşturan bu sistem bir geçiş döneminin özelliklerini taşımaktaydı. Çalışan, loncada da olduğu gibi üretim araçlarının sahibiydi. Üretilen meta karşılığı olarak tüccarlardan bir “ücret” almaktaydılar. Tüccar ise üretilen mala kar koyarak, satışını gerçekleştiriyordu. Süreç kapitalist ilişkilerin başında ve ev üretimi sistemi ile malın farklı aşamalarda farklı mekanlardan geçmesini sağlıyordu. Tüccar ise bu sistemin organizasyonundan sorumlu olmaktaydı. Bu aşamada ticaret sermayesinin sanayi üzerindeki egemenliği (hem üretim hem de satış için) geçerlidir.

3. KAPİTALİST SİSTEMİN ORTAYA ÇIKIŞI, DEĞİŞİMİ VE GELİŞİMİ

Bugünkü anlamına ulaşmak için kapitalist düzen uzun sayılabilecek tarihsel bir evrim geçirmiştir. XVI. Yüzyılda kapitalist düzen oldukça gelişmiş, büyük sermaye birikim başlamıştı. Bu sermayeye sahip olanlar olaylara artık çağlarının görüşü içinde bakıyorlardı. Ortaçağın düşünce ortamından geniş ölçüde uzaklaşılmıştı. Tüccar kazanç, kar arkasından koşmaya meşru bir hak olarak görmekte, değer para ile ölçülmekte, servet başarısının ölçüsü sayılmakta idi. Faiz paranın meşru kirası isi. Bundan böyle sırf zengin olduğu için insandan kuşkulanılmıyordu. XVI. Yüzyılda ve XVII. Yüzyılların ilk yarısı içinde kapitalist düzen daha çok ticari ve mali bir nitelik gösteriyordu. Bu nedenle çağın ekonomik yaşamına kapitalist tüccar ve bakerler egemen olmuşlardır. XVII. Yüzyıl biterken, avrupa'nın ekonomik yaşamındaki en önemli değişme, kapitalizmin büyüyüp gelişmesi ve sanayileşmesi içinde görülür. 1750 – 1850 yılları arasında gittikçe egemen olması gerçeği içinde ortaya çıkar. Bundan böyle XVIII. Yüzyılda Sanayi Devriminin üretimi büyük ölçüde arttırmasıyla birlikte, imalat, insan elinden makineye geçmiştir.
Bütün ekonomik ve sosyal düzenler belli bir düşünce ortamı içinde oluşur ve gelişirler. Liberalizmin kapitalist düzene yön vermiş olması çok net bir biçimde söylenebilir.
XIX. artık kendi işlerini kendileri yürütmek isteyen iş adamları devletin ticaret ve sanayiye karışmasının zararlı olduğunu düşünüyorlardı. Kapitalizmin bazı dönemlerinde özel mülkiyet ve servet özgürce kullanılmış en çok kar getiren alanlarda yatırım yapılmış ve işletmeler birbiriyle rekabet etmiştir. Liberal kapitalizm ve sanayileşme ile doğan yeni bir işçi sınıfı yeni toplum içinde önemli sorunların da kaynağı olmuştur.
Bütün XIX. Yüzyıl liberal kapitalist düzenin gelişmelerine tanıklık etmiştir. Ekonomik alandaki üretim önceki dönemlerde görülmemiş boyutlara ulaşmıştır. Sanayi Devrimini yaşamakta olan ülkelerde servet hızla artmış ve halkların yaşam düzeyleri çelişkilerle dolu olarak yükselmiştir. Ne var ki, bu yeni oluşumlar içinde liberal kapitalizmin, ancak küçük bir kesiminin, başka bir deyişle üretim araçlarına sahip olanların kullanabildikleri sınırsız özgürlükleri işçi sınıfı bakımından derin adaletsizliklerin kaynağı olmuştur. Toplumların kalabalık ve yalnız ücret gelirleri ile geçinmek durumunda olan kesimleri, çoğu zaman en sade ve temel gereksinimlerini tatmin edememenin, doyuramamanın acı ve yoğun sıkıntılarını yaşamışlardır. Bu düzen maddi alanda büyük başarılar sağlanmış olmakla birlikte, yaratılmakta olan servet ve zenginlik yayılamadığı için refah ve tüketim alanındaki adaletsizlik ve dengeler durumdan sağlıksız doğrultulara çekilmiştir.
Bilindiği gibi liberal kapitalist düzenin gözünde emek de bir malıdır. Emeğin fiyatı da piyasada oluşan sunum ve istem durumuna göre değişir. Yeni makinelerin işsiz bıraktığı milyonlarca insan, kentlerde yığılan köylüler, yıkılan loncaların usta, kalfa ve çırakları iş bulabilmek için kendi aralarında yoğun bir rekabet içine girince emeğin pazarlık gücü aşırı derecede zayıflamıştır. Bu durumdan yararlanan kapitalistler emeğin sömürülmesini kurumlaştırmışlardır. Bu durumda tepki olarak işçiler örgütlenmeye, sömürgeye karşı koymaya yönelmişlerdir. Adaletsizlik ve sömürü karşısında tarafsız kalınamayacağı düşüncesi yayılarak devletin ekonomik ve sosyal yapılar, liberal kapitalist düzenin yeniden gözden geçirilmesine yol açar hale gelmiştir. Bu oluşum I. Dünya Savaşı ile hız kazanıyor. Bundan böyle devlet yeni bir anlayışa giriyor. Temelde sosyal politikaya karşı olan liberal düşünce kendi içinde bir evrime yöneliyor. Bu, liberalizmdeki evrimin en ilginç yönüdür. Devlet bir yandan doğrudan doğruya müdahaleleri , yani yasalar çıkarmak yolu ile işçilerin, genellikle ekonomik bakımdan güçsüz durumda bulunanların yaşam ve çalışma koşullarının asgari normlarını belirlerken, bir yandan da sendikal hakları ve özgürlükleri koruyup güvence altına alarak toplu düzeyde dengeli bir işçi-işveren ilişkileri oluşmasının engellerini arkalarında bırakma yolunda somut ve olumlu adımlar atıyor. Bundan böyle sendikal hakların ve özgürlüklerin durumu ülkelerin siyasal rejimlerin nitelikleri belirleyen başlıca özne oluyor. Bu oluşum II. Dünya Savaşından sonra hızla genişleyip yayılıyor.







4. KAPİTALİST SİSTEMİN GELİŞİMİ

Beaud (2003: 85) kapitalist sistemin gelişimini, 18. yüzyılda yaşanan bir takım gelişmeler ve bunun sonucunda yeni üretim araçlarının ortaya çıkışı ile açıklar. Bu dönemde mekanik üretim araçları ile açıklar. Bu dönemde mekanik üretim araçları ile zanaatkarlık arçlarına bağlı olarak küçük atölyelerde yapılan üretim yerini, bir enerji kaynağı ile çalışan makinelerle belli bir işbölümü anlayışına dayanan ve fabrika ortamında yapılan üretime bırakmıştır. Üretim örgütlenmesinde yaşanan bu değişim, beraberinde işgücü ihtiyacını da getirmiş; bunun sonucu olarak da kırdan kente doğru büyük ve hızlı bir göç dalgası görülmüştür. Bu göçlerin getirilerinden, yeni bir kent ve kentli olma anlayışı da çıkmıştır. Bu anlayış içerisinde yeni bir kavram olarak “tüketim” bir anahtar kelime olarak ön plan çıkmış, ve yeni bir tüketim örgütlenmesini de beraberinde getirmiştir. Gelişen bu değişimler sayesinde yeni bir toplumsal anlayış da ortaya çıkmıştır. Dolayısı ile kapitalizm yalnızca üretim-tüketim örüntüleri ile açıklanabilecek bir kavram olarak değil de, bu anlayış ile ilintili yeni bir ekonomik sistem olabilmenin yanında, aynı zamanda toplumsal, politik , ve sosyal pekçok dönüşüme de işaret eden bir yapılanma içerisinde olmuştur.
İngilter başta olmak üzere, Kuzeybatı Avrupa ile Kuzeydoğu Amerika'da gelişen kapitalizmi Weber ekonomik hareketin “rasyonel” bir hali olarak görmüştür. Weber, bununla artık eskiden kalma verimsiz düzende çalışan işletmelerdeki geleneksel yöntemler yerine, teknik imkanlara da dayalı yeni, üstün modern koşullardaki üretim mantığındaki bilimsel koşulları ifade eder (Bocock, 1997: 46). Weber rasyonel kapitalizmin niçin dünyanın yukarıda sayılan bölgelerde süratle gelişmeye çalıştığı yönündeki düşünüleri, ortak bir paydada buluşur. Bu payda kapitalizmin ilk geliştiği Kuzeybatı Avrupa'da olan maddi birtakım ön koşul sayılabilecek şartların tarihte Eski Roma ve Feodal Avrupa gibi, Çin ve Hindistan da oluştuğunu gösteren aynı düşünceden gelir. Bu etkenler içinde, şehirli nüfusun sahip olduğu artı servet olan bir para sistemi ile buna ek olarak yazılı ve düzenli bir bürokrasiye sahip oldukları ve bürokrasiyi işleten kanunlların da güçlü bir hukuku sistemi ile korunduğu, ulaşımda ve üretimde zamanına göre gelişmiş bir teknolojik sistem ile idari bir devlet sistemi yani “rasyonel” bir bürokrasi bulunmaktadır. Ancak Weber'e göre tüm bunların tek başına yetersizliği savunulamayacak kadar azınlıkta olarak görülmüyordu. Yani tüm bu koşullar kapitalizmin gelişimi için gerekli ancak yetersiz koşullar olarak görülüyordu. Kapitalizmin gelişmesi için bu koşullara ek olarak bir de “kültürel etken” öğesinin gerekliliği devreye sokulmalı idi. Ve öylede olacaktı. Bu etken br grup insanın çok çalışıp bir işletme kurmaya, buradan kazanılan metanın ise aksine beklenenden farklı olarak tüketime yönelik edimlerin karşılanmasına ayırımı ile değerlendirilmesi şeklinde harcanması ile değil de, yeni yatırımları karşılayacak sermaye arttırımları olarak başka faaliyetler şeklinde çalışma kapasitesini arttıracak güçlü bir değerler dizisi çerçevesinde bir araya gelmesi olarak değerlendirilir.
Sonuç olarak; Weber'in Protestan etiği ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi açıklayan hipotezine göre, kapitalizmin gelişmesi için gerekli olan rasyonel düzendeki kültürel değerler dizisini, ilk kapitalistlere Asketik Protestanlığın dini ahlaki kuralları sağlamıştı (Weber, 2002: 133). Bunun sonucu olarak 17. ve 18. yüzyıllarda kapitalist sistem gelişmeye başlamıştır. Tek başına batı toplumları üzerindeki Asketik Protestan inancı ile olan gelişme ile açıklanamayan kapitalist ruhun farklı alanlarda da tetikleyicileri olmuştur. Bunlar teknolojik, siyasal ve ekonomik açıdan bir çok alanda kendini çok net gösterir durumdalardır.




KAYNAKÇA

Williams, R. H., 1982. Dream Worlds: Mass Consumption in Late Nineteenth Century France, Universty of California Press, Berkeley.

Baudelaire, C., 2003. Modern Hayatın Ressamı, Çev: Berktay, A., İletişim Yayınları, İstanbul.

Weber, M., 2002.Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çev. Gürata, Z., Ayraç Yayınları, Ankara.

MİMARLIK VE TÜKETİM

Mimarlık şüphesiz son yüzyılın yine son çeyreğinde kendi özgün üretim vasıflarının yanında kapitalist sistemin ağlarında yaşamaya çalışan sistemin diğer elemanları ile en çok gerilimin yaşandığı bir pratiklik olarak karşımıza çıkar. Yani bu pratiklik; sermaye, siyasi irade ve mimar arasındaki üçgende kendisini ifade eder. Ancak bu ifade tarzının kendini sayıca ve ağırlıkça üretilen nesnenin aynı zamanda bir tüketim nesnesi olarak üretilmeye başlandığı gündelik hayatımızda, üçgendeki ağırlık merkezinin sermayeye doğru kayması ile sanki bütün dünyaya ihraç edilebilecek bir marka ve moda ikonları haline gelmesiyle tanımlanır oldu.Ekonomik yapının geliştirdiği tüketim kültürünün sloganlarının başında tüketiciye ulaşabilmek için sesini yükseltmek zorundalığı olduğu mimarlık alanındaki çevrelerde de çok geniş yankı bulmuştur. İşte burada tüketim amaçlı mimarlığın popüler kültür öğelerinden olan marka göstergesi karşımıza çıkıp, üründen önce piyasaya onun ismi sunulup, daha sonra da pazarlanmaktadır. Üretici-mimar, tüketici-işveren arasındaki iletişimi güçlendirmek için marka kavramından yararlanılmaktadır. Ancak literatürde mimarlık alanında marka ve markalaşma ile ilgili çalışmaya rastlanmamıştır.
Mimarlık bugün dünyanın önde gelen sanayileşmiş toplumlarının ileri çıkan star mimarları ile ipoteklerinde bulunan bir tüketim nesnesine dönüştürülmüş projelerini, bilgisayarda oynanan bir oyunmuşçasına amorf şekillerin kompoze halde birbirlerine eklemlenen dünyasında görme tehlikeleri ile karşı karşıyadır. Günümüz tüketim çılgınlığı içerisinde alan razı (bilinçsiz müşteri) satan razı (tasarımcı) mantığı ile bu “heykelsi ikonik” eserler kişisel tatminsizliklerin yerine geçebilecek sonsuz bir haz ve doyumun görüngüsü olmakla yenilerine davetiye gönderiyor. Popüler kültürün yansıması öğeler olarak karşımızda bulduğumuz yapılar için “iktisadi mimarlığın” sürekli bir şeyler satmak için en güncel eğilimler olan moda, sanat, takı tasarımı gibi değişen, birer “tüketim nesnesi” gibi görülerek de dönüştürüldüğünü söyleyebiliriz. Üstelik bu görkemli nesnedeki değişimle birlikte gelen şaşa da göz açıp kapayıncaya kadar oluyor. Yani üretilen soyut-sentetik bir nesnenin bile bazen kendi piyasasındaki tüketim aktivitesi tam olarak gerçekleşmeden suni bir yaşanmışlığın yaşamına seyirci kalıyoruz.
Şu anda mimarlık çevrelerince cevap bekleyen bir soru olarak; günümüz zengin ama iyi işlemeyen gerçek kentsel yaşamdan yoksun, taşıt trafiğine teslim olmuş AVM’leri ile insan ölçeğinden yoksun kamusal yaşama kapalı görkemli müzelerine, dev boyutlu havaalanlarına, kamusal yaşamı oluşturacak işlevsel bütünlükten yoksun kent mekanlarına veya Asya ülkelerinde tasarlanan çarpık ve kendini klonlayan fallik gökdelenlerine somutlanma olarak nasıl bir gönderme yapılabilir.
Tüm bu tüketim kalıplarının içerisinde tüketimin nesnesi olarak mimarlık ve onunda nesnesi olan mekan eliyle basit bir tüketilene, modalarla eski veya yeni trendlere indirgenilmesinin yanında aşağıda öncelikle tüketimin bir araç ve işlediği bu ekonomik sistem içerisindeki mekanı bir “yer” e ve oradan da “yer-olmayan” kavramının yaratılması sürecine götürülüşü incelenecektir. Daha sonra bir “yer-olmayan” kavramına indirgenen, anlamını önce yok etmesinin yanında daha sonra çağdaş kapitalist sistem içerisinde bir akılcılaştırma ile örgütleyerek yeni anlamlar veren sistemin mimarlık üzerinden diyalektiği kurulmaya çalışılacaktır. Son bölümde ise bu büyülenme ile akılcılaştırmanın yaşandığı en büyük sahneler olan somut bazı alışveriş merkezleri üzerinden de örneklemlerde bulunulacaktır.
“TÜKETEN KÜLTÜR”, TÜKETİM KÜLTÜRÜ
Çağdaş Kapitalist toplumlardan tüm Kapitalist ötesi toplumlara tüketimin başlıca deyişi şu şekildedir. Doğal kaynakların sınırlılığına rağmen insan ihtiyaçları sınırsız bir dürtü ile yaratılmıştır. Yani tüketim bastırılamayan bir fenomendir denmektedir. Burada özne olan insanında içsel olan ihtiyaçlarına karşı, öngörü ile nesnelleşeceği sav edilmektedir.
Tüketim olgusunun ayrıntılı irdelenmesinde ve mimarlık alanında çıkarımlar yapmak üzere yöntem oluşturmakta, Baudrillard’ın ‘Tüketim Toplumu’ isimli çalışması başlıca eser olarak benimsenmektedir. Jean Baudrillard (2004) tüketimi şöyle tanımlamaktadır:
Tüketimin (sadece nesnelerle değil, kollektivite ve dünyayla) etkin bir ilişki biçimi, üzerinde tüm kültürel sistemimizin kurulduğu bir sistemli etkinlik ve global bir yanıt biçimi olduğunu daha baştan açıkça ortaya koymak gerekir. Baudrillard, tüketimin sadece doğal ihtiyaçların tatmin edilmesi olarak nitelendirilemeyeceği üzerinde duruyor. Tüketim salt doğal ihtiyacın karşılanması değilse o halde nasıl tariflenebilir? Modern tüketim; doğallıktan ve kullanım değerinden uzaklaşarak, kazanılan, öğrenilen, insanların arzu duymaları için toplumsal olarak eğitildikleri bir olgu olarak kabul edilebilir sanırım” [Baudrillard, 2004].
Yetinen bireyin tüketim ekonomisine geçişini aşamalar olarak ele almak istersek; Birincisi olarak üretimin bilinen üretim mekanları olan kapalı ve fabrikavari yapıların temellerini oluşturan ev dışındaki üretim mekanlarının faaliyette bulunması olurdu. Böylece yaşam alanlarının diğer yönleri olan özel ve kamusal hayatın oluşması, eğlence ve oyunun daha rahat ve serbest hale gelişi, üretim ve tüketimin dönüşmesiyle dönüşmüştür.
İkinci olarak değişimin modern toplumsal yapıdaki bir kırılması olarak işin içine insan türünün dişi kimlikteki yansıması olarak “kadın” faktörünün girmesi ve bayanların şimdiye kadar hiç olmadık bir şekilde tüketime katılma eğilimleri olmuştur. Şüphesiz yine bu ağırlıklı olarak üretimin ve tüketimin birbirinden ayrılması olarak gözlemlenebilir.
Üçüncü olarak dünyanın gelişmiş ülkeleri ile gelişmekte olan ve özelliklede gelişmemiş üçüncü dünya ülkeleri arasındaki endüstri ağırlıklı sektörsel ve kolonileşme ağırlıklı zengin hammadde yataklarının keşfinin getirdiği bir merhabadır. Bu aynı zamanda sosyal ve iktisadi alışverişinde bir zenginleşme kapısı olmuştur.
Dördüncü olarak 3. dünya ülkeleri dâhil tüm dünyada 19. yüzyılda endüstri üretiminin çıktıları- ürünleri tüketimin keyfine sunulmuş ve pazar ekonomisi şimdiye kadar görmediği olağanüstü yeni bir biçim almaya başlamıştır.
Beşinci olarak üretim elemanları ve sistemlerinin yanında gelişmelerin iletişim teknolojisindeki gelişmelerle de senkronizasyonu bütünü-temelinde tüketime toplumsal yaşamda kültürel bir nitelik kazandırılmasında, tüketim kültürünün yaratılmasında önemli sonuçları doğurmuştur diyebiliriz teknoloji. Bunu en genel anlamda bilgisayar sistemleri ile dünya çapındaki kitle iletişim ve ulaşım ağlarının bir takibi ve yarışı izlemiştir. Bu durum on dokuzuncu yüzyılda, kentli nüfusun artmasına koşut olarak okuryazar oranı yükselmesi yazılı basının gelişmesine ve yaygın bir okur kitlesine ulaşmasına da neden olmuştur.
Üretimin günümüzdeki tek anlamı olan tüketim mantığı eğer bir sistematik içerisinde ise bu aynı zamanda da “tüketimin üretimi” süreçleri açısından da yorumu üçe ayrılabilecek bir oluşumdur.
sangay2.jpg
Bunların başında; maddesel olarak tükettiğimiz malların yanında, bunları bize servise eden tüketim merkezleri ve alışveriş yerleri ile büyük miktarlarda kapitalist meta üretiminin birikimine yol çan sermaye sisteminin genişlemesine dayanır. Bu sistemin genişlemesi bazılarınca eşitlikçi ve özgürlükçü bulunduğu için, bazılarınca ise ideolojik olarak toplumun bazı kesimlerinin diğerleri üzerindeki manipulatif etkilerinin görüldüğü bir sisteme olanak tanıdığı için boş zaman ve tüketim faaliyetinin çağdaş Batı toplumlarlarında giderek ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır.
İkincisi kullanılan ürünlerin sosyolojik olarak toplumsal bağların ya katı olarak daha güçlendirilmesi veya ayrılıklar yaratabilmesi adına bir payda oluşturur. Yani bu bir nevi toplumsal ilişkilerde bir sınır çizgisi çekmek anlamına da gelmektedir. İnsanlar bununla kullanım değerinden elde edilen bir nicelikle tüketim değerinden elde edilen bir nitelik kazanmayı umar.
Üçüncü perspektifte ise insanların çeşitli şekillerde doğrudan bedeni tahrikler ve estetik duyumlarına hitabeden, duygusal ve farklı içsel hazlarını dürtükleyen farklı birtakım tüketim alanlarında sevinçle karşılanan tinsel hisleri, arzu ve rüyalar takıntısını ortaya koyar. Hayaller, imajlar ve hazların tüketilmesi kişi veya kurumların üzerinde yaratabileceği saygınlık, itibar gibi görece statülerinin yanında narsizmin egoist davranış biçimlerini de ortaya çıkartmaktan geri kalmaz. Bu sürecin en olumsuz yönlerinden biri de gündelik hayatımızda bu durumun insandan, onun mekanına ve de mekanın her aşamasına yansımış durumda bulunmasıdır şüphesiz. Bu durum Featherstone’un (2005: 52) aktardığına göre:
Kentsel alışverişte gittikçe başat hale gelen, büyük mağazalar ve ulusal ve uluslararası yeni sergiler gibi, her ikisi de on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında gelişen kurumların (Chaney, 1983; R. H. Williams, 1982; Bennett, 1988) ve konulu parklar gibi diğer yirminci yüzyıl ortamlarının (Urry, 1998), ortaya koydukları teşhirlerde, hayallerde ve egzotik mahallelerin simülasyonları ve şatafatlı gösterilerinde karnavalesk geleneğin unsurlarını teşvik eden düzenli bir başıboşluğun hüküm sürdüğü savunulabilir.
Bu süreçte toplum, birey ve mekan kavramı da değişen gündelik hayat bağlamında sorgulanmaya açık hale gelmiş, gündelik hayatın farklı yönleri ile bireyi üreten ve tüketen bir araç haline getirirken; gündelik hayatın içinde geçtiği mekanları – özelikle tüketim mekanlarını – üretilen ve tüketilen araçlar haline getirmiştir. Bu öngörüde ekonomik alanda değişen üretim ve tüketim örüntülerinin, mekanın oluşturulduğu üretim sürecinde ve kullanıldığı tüketim sürecindeki etkilerin tartışılması hedeflenilmiştir. Bu tartışmadaki hedef örnekler ise son bölümdeki kendi ülkemizden alışveriş merkezleri/tüketim peyzajları üzerinden anlamsal ve mekansal olarak okunabilecektir.
TÜKETİM KÜLTÜRÜ VE MİMARLIK
Mekan, kapitalist üretimin günümüzde en önemli yok edilmek istenen düşmanlarından biridir. Bu da yine en büyük koz olarak zamanın mekanla yıkılması fikriyle desteklenmektedir. Ancak bu insanların pratikteki tek bir mekan içerisindeki ilişkileri oldukça kısıtlıdır. Dolayısıyla ortaya çıkacak bu yeni mekansal farklılıklar, toplumsal yaşamın ortaya çıkan örüntülerini yapılandıracak ve yönlendirecektir. Bu sebeple mekanı daha nesnel hale getirerek alt yapıya indirgemek için, yani mekanın deyim yerindeyse üstesinden gelebilmek için mekansal örgütlenme gerekmektedir. Mimarlıkta bir mekan yaratma süreci baş aktörü ise, bu görevde sistem içerisinde onun nesnelliğine ihtiyaç duyuluyor demektir. Buck-Morss’un (1983: 213), bu konuda belirttiği gibi:
Kapitalist endüstrinin dinamiklerinin, “gerçeklik” ve “sanat”ın yer değiştirmesine neden olduğu söylenebilir. Gerçeklik yapaylaşır, yeni endüstriyel süreçlerin olanaklı kıldığı metaların bir fantazmagorisi ve mimari inşa haline gelir. Modern kent, yoğunluğu en az doğal manzara denli kuşatıcı olan binalardan ve tüketim parçalarından oluşan yapay bir manzara yaratan bu tip nesnelerin bollaşmasından başka bir şey değildi. Aslında böyle bir kent çevresinde doğan çocuklara (Benjamin gibi) bu yapay manzara bizzat doğa olarak görünüyordu. Benjamin’in metaları kavrayışı sadece eleştrel değildi. Benjamin “tıpkı XVI. yüzyılda kendilerini felsefeden özgürleştirmesi gibi yaratıcılığı sanattan özgürleştiren” (Pasajlar: 1236,1249) imajlara sahip metaları ütopyacı oldukları gerekçesiyle onaylıyordu. Endüstrinin ürettiği maddi nesneler, binalar, turistik broşürlerden makyaj malzemelerine dek her türlü meta Benjamin’e göre kitle kültürüydü ve Pasajlar’ın temel ilgi konusunu oluşturuyordu.
Bu konu hakkında bazı örnekler vermek gerekirse: Mimarideki geç kapitalist dönemde özellikle 1960’lardan sonraki sözde modernizme karşı ama modernist yaklaşımın ileri aşama bir sürekliliği olan postmodern “İzm” lerin ortaya koyduğu süslemeli-figüratif, biçimlerin bir eklektisizm içerisindeki pastişi ve metaların taklit edildikleri karnavalesk pop sanatın ATT Binası gibi ve Las Vegas’da dünyanın birçok yerinde olduğu gibi “Yolboyu Eklektizmi” denilen üsluptaki yapıları ile bize sonsuz bir bolluk hissiyle tüketime açar. Mimari, güncel olan popüler kitle kültüründen alıntılar yapar. Orada her şey ama her şey ‘hayattakinden daha gerçek’ görünmekte, gördüklerimizin gerçeğin sadece bir temsili göstergesi olduğu, somutlaştırılmaya çalışılan soyut görüngülerin ‘gerçek’ten daha gerçek olduğu bir ortamın aslında bir zaman sonra bizler yabancıları konumuna düşeriz. Kimliğimizi kaybeder, ‘kim olduğumuzu’ anlayabilmek için ‘kim olmadığımızı’, kimliklerimizi tahlil etmeye başlarız. Günümüz insanı gerçek ve tüketim kültürünün arasındaki bu kayboluşu gidip gelmelerle müze ve kitle kültürü arasındaki sınırı geçerek öncü sanatın oyunu sanat galerisi dışında oynamadığı sokağın modasına iğreti bir biçimde oynayarak aktaran ve daha sonrada bu modayı yaşayıp tüketen, tüketilen yeni bir modern insan (kendi kendini icad eden) modeli olarak metropoliten yüz, simadır.
nyc-att_3.jpg
Örneğin Disneyworld bir postmodern benzetime dayalı tecrübelerin ilk tüketim amaçlı yapılarındandır. Bu yapı formatı tüm ülkelerde tekrar edilmekle kalmayıp birçok farklı formata da sıçrayarak kendini kopyalayan bir yapı türü olarak karşımıza çıkar. Temelde işleyiş mantığı aynı olan temalı parklar, konut siteleri-yerleşim alanları, alışveriş-yaşam merkezleri, müzeler ve konulu tatil köyleri daha geniş biri izleyici tayfını hedefleyen açık hava müzelerinin gelişmesi muhafaza edilmeye değer görülen nesneler silsilesini genişletti. Öyle ki İngiltere’deki Beamish Açık Hava Müzesi’nde işleyen kömür madenleri, madencilerin teras evleri, tramvaylar, reklam tabelaları ve diğer tarihi kent yaşam sahneleri ile bir “hipergerçeklik” oluşturur. Bu müzelerde ayrıca müze içerisindeki satış mekanlarının alanı da her gün müzenin alanına oranla genişlemektedir.
Kentler birer tüketim cennetine dönüştükçe 1970’li yıllardan başlayan eğilimlerden biri, (dış mekanları da ama iç mekanlarına göre nispi) iç mekanın mimari düzenlemelerinde ve simule edilmiş posmodernist üslubun bir çok özelliğini içlerinde barındıran, zamanın ve mekanın teatralliğini bünyelerine katan alışveriş merkezlerinin yeniden dizayn edilmesi ve büyümesi olmuştur. Yeni kentsel oluşumun dinamiklerinde tüketime yönelik bir gösteriş ve tüketimin gösterişi, sembollere yönelik bir tüketim ile tüketimin sembolleri vardır. Örneğin bu tüketimin formel, legalize sembolleri arasında yapılan posmodernist söylemin de öncüsü olduğu “sanat yaşam içindir” kavramıyla sanatı sokağa indirecek oradan da büyük çarşılara, alışveriş merkezlerine sokacak çeşitli sanat eserlerinin, değerli hazinatın ve konulu, değerli metaların buralarda kalıcı olanlarının yanında geçici sergilerle de teşhir etmekle, resim sergileri düzenlemekle ticaret ve sanatı kültürel tüketim mantığı içerisinde buluşturmakta, yüksek kültür ve aşağı kültür arasındaki geçişi bulanıklaştırarak ortadan kaldırmaktadır. Böylece kültürel sermayenin soylulaştırılması ile finansal sermayenin kazancına eklemlenen de mimari öğenin tüketim amaçlı akılcılaştırılmış olan nesnel dili üslup kaybeder olmuştur.Mimarlıkla yerin ilişkisi tüketim anlamlı sorusallaştırılırsa bunları diğer toplum bilimlerini de işin içine katarak dört beş başlık altında toplayabiliriz. İlk olarak, yerler büyük bir ivme ile, metanın ve diğer hizmet sektörlerinin birbiri ile en girift hale geldiği, alınıp-satılıp değerlendirildiği, bunların akabinde tüketici ile buluştuğu ve bunların tüketicilere sunulduğu tüketim cennetleri olarak yeniden ve yeniden dönüştürülerek yapılandığı mekanlardır. İkinci olarak, görsel tüketimin yaşandığı ve bir süre sonra jeneriklik sonrası yaşamın eski haline dönerken kalabileceği “atıl” haldeki durumudur. Burada hem yerel hem de küresel ölçekte dolaşıma çıkan bir ziyaretçiler grubuna hizmetin esas olduğu durumun jeneriklik enstantaneleri yaşatılmaktadır. Üçüncüsü, yerler maneviyatının yanında maddesel olarak da tüketilmektedir. Örneğin herhangi bir yere ait tarihi yapılar, çevre, binalar, anıtlar-abideler, yazın ve endüstri öğeleri zamanla kullanım ve yoğunluğa bağlı olarak ya azalmakla, ya tahrip edilmekle, ya da tamamıyla bitirilmek şeklinde gerçek anlamında tüketilmektedir. Dördüncüsü, yerele ait kimlik niteliğindeki unsurların o yere ait olmayan insan yoğunluğunun yanında yerel halkın tüketimine de sunularak tüketildiği yerler, değerler veya kimliklerdir. Sonuçta buralar hemen her şeyin tüketildiği yerler olarak toplumsal örgütlenmenin de mekandan koparılması, dışarıda bırakılarak alt edilmesi sonucunda yeni, kimliksiz, yersiz, basit, sadece “yer”-“yok-yer”,”yer-olmayan” kavramına indirgenen kendi soyut zaman-mekan anlayışını yaşayan uzamlar olmasına yol açar.
Tüketimle gelen “yer” ve “mekan” kavramındaki bu değişim-dönüşüm süreci, üreticisi konumundaki kapitalist sistemin üretimin var olabilmesi için tüketimi ve onun içerisinde yapıldığı uzam parçası olan mekanın farklı coğrafyalarda farklı kimliklerle uğraşacağı zorlukları alt etme fikri ile sermayenin nasıl baş edeceği konusundan müteşekkildir. Yani bir ürünün üretime çıkışı ile tüketilmesi arasında geçen süre –ki o süre = dolaşımda geçen zaman- en kısa olmak zorundadır. Karlılık bunun eşitliliği ile doğru orantılıdır. Dolayısıyla üretimin tüketimi safhasında arzu ve isteklerin yalnızca ihtiyaçlar dahilinde bırakılmayacağı süreci de eşzamanlı yaşamış oluruz. Tüketimin piyasa ekonomisindeki çeşitli uyaranlarca tetiklenmesi ile yaratılan bolluk fenomeni üretimde olduğu üzere sürekli yeni stratejiler altında değişerek değişmektedir. Şüphesiz böyle bir tüketim ekonomisi içerisinde hem mekansal olarak çevrelediği metaların hem de kendisinin büyük bir tüketim nesnesi olduğu başat konumda olan mimarlık disiplini de diğer her şey gibi etkilenmekte ve etki altına bırakılmaktadır.
Özne mimarlık durumundan çeşitli izmlerle, özellikle de 1960’lardan sonra postmodernizmin seçmeci üslubuyla renklenmiş olan yeni bir planlama ve tasarım etiği altında modern kentin kalıntıları üzerine ışıyan gökkuşağı tayfındaki renkler gibi çeşitlilik yaratmak sevdası ile anti determinist-popülist yaklaşımlar, değişik sosyal statü ve kitle kültüründeki toplulukların bir arada bulunduğu koreografi olarak görülmesi, tüketim ve onun toplumu ile de bağdaşacak görüş, mimarlıktaki nesnelleşmeyi ve en önemlisi de yine bu görüşün en büyük kompetanı olarak kitle kültürünün nesnesi haline gelmesine neden olmuştur.
Bu nesnelleşme ile beraber üretilen mimarlık ve onun ürünleri artık paket mallar gibi raflarda, broşürlerle satılan ürünlerden farksız seri üretime indirgenecek kadar prefabrik çok katlı evlerinin, hazır plan-tip projelerinin yanında dolaşıma çıkmış diğer kitsch ürünleri ile beraber uzman olsun olmasın herkesin beğenisine sunulan ve değerlendirme beklenecek bir metalaşma sürecinde nesnel olan durumunda bulunmaktadır. Çeşitli konseptler adı altında, moda, şu bu izmli, heykelsi, star mimarların evi, yeri, tasarımı gibi slogan oluşturan, kültürel olmayan ama kitle kültüründen olan biçimler, hep birbiriyle yarışan, her nedense birbirini de kopyalamaktan geri kalmayan soyut görüngülerle yaratılmış tüketim kalıpları içerisine konan yen nesil insanın paradoksal hayatı için birer zenginlikmiş gibi görülür, sunulur. Gerçeklerden daha gerçek olan sahteleri sözde “öz” diye tanıtılır. Bu öyle bir büyülenme içerisinde sunulur ki, çoğu zaman çok büyülendiğimiz şeyleri bile daha tüketilmeden yenileriyle yer değiştirilir bulur ve bunun hızına ayak uyduramadan da tükenip, yerlerini yine bir diğer yeni büyülenmeye bırakılır görürüz adeta. Bu kalıplar içerisindeki mimarlığın asıl işlevinin ne olduğu sorusu bizi biraz geriye gitmeye ve de düşünmeye yöneltir. Mimarlığın asıl tanımını Hasol’un (2002: 323) şu sözlerine bırakmak gerekiyor:
Mimarlık insanların yaşamasını kolaylaştırmak ve barınma, dinlenme, çalışma, eğlenme gibi eylemlerini sürdürebilmek üzere gerekli mekanları, işlevsel gereksinmeleri ekonomik ve teknik olanaklarla bağdaştırarak estetik yaratıcılıkla inşa etme sanatı; başka bir tanımlamayla, yapıları ve fiziksel çevreyi tasarlama ve inşa etme sanat ve bilimi; yapı sanatı” dır der.
Buradan da anlaşılabileceği üzere her sistemin şartlarına ayak uydurabilecek bir nesneden öte görülmekten çok, bugünkü sistemin sermayesine çalışan bolluk toplumunun değer yargılarıyla da yargılanabilecek bir tüketim malzemesi olarak görülmemektedir. Peki, öyleyse daha açık tanımlarla sistemin içerisinde var olma koşulları neler olabilir diyebiliriz bu aşamadan sonra.
Mimarlığın yapı yapma işlevinin üzerinde ve modalarla dans eden birer kavalyeye dönüştürülmesinin yanında, birtakım adlar adı altında kapitalizmin fabrikada üretim için yaptığı örgütlü yükselişi, tüketimin de onun hızına yetişmesi gerekliliği olarak görmeye ve de örgütlemeye başladığı ve her şeyi mekansal olarak örgütlediği, kendi karlılığına alet olarak gördüğü mekan üretim sürecinin dönüştürülmesi ile mekanın dönüştürülmesi süreci, sadece bir zemin olarak görülmesi ve mekanın birer altyapısal sürece indirgenmesi niçin mimarlık ve tüketim sorusunun yan yana geldiği sorusuna açıklıkla verilecek cevap niteliğindedir. Aşağıdaki bölümde ise mekanla olan sürtünmesine rağmen kapitalist sistemin mekansal olan ilişkileri çerçevesinde nasıl bir yapılaşma içerisinde olduğu mekan neler ve nasıl alt ediliş içerisinde oldukları süreç ve örnekleri detaylandırılarak sorulara cevap aranacaktır.
MEKANIN ÜRETİMİNDEN TÜKETİMİN MEKANINA
Bu bölümde mekanın tüketim merkezli dönüşümü ve bunun toplumsal ve fiziksel olarak nasıl gerçekleştiği anlatılmaktadır. Mekan kavramı geçmişten günümüze çok farklı toplumsal kategorilerden geçerek zaman içerisinde siyasi, sosyal, politik ve dini yapıların etkisi altında bulunmuştur. Bu etkileşim geçmişte de iktidarı ellerinde bulunduranlar tarafından sürdürülmüştür. Ancak ne var ki günümüzdeki bu etkileşim şimdiye kadar hiç olmadık bir şekilde ekonomik gücü ellerinde bulunduran sermaye sahiplerinin erkliği altında ezilmiştir. Mekan artık gündelik yaşantının ekonomik olgularla tarifi mümkün olan ve bizim de o şekilde algılayıp değer verdiğimiz birer değer yargıları bütününü oluşturur.
Mekan aslında insanla olan ilişkisinin yanında, uzamda bir diğer insanın bir diğer hemcinsiyle ve nesnelerinde bu işe sıkça katıldıkları planın yükseklikle beraber bir bütünü oluşturması temsilidir. Mekanın tüketim merkezli örgütlenmesi, bu ilişkilerin tüketim temelinde ve tüketimi kurgulayan yapının karlılığını arttıracak şekilde mekanın düzenlenmesini anlatmaktadır. Kapitalizm kendi karlılığını maksimize etmek amacıyla toplumu örgütlediği gibi mekanı da bu düzenlemenin bir parçası haline getirmektedir.
Mekan, toplumsal üretim pratiği içinde üretilen ve tüketilen bir nesne olmasının yanı sıra, toplumsal göstergeler sisteminin ve tüketim kalıplarının bir parçasıdır. Tüketim nesnesi olarak edilgen bir olgu olmanın ötesinde, tüketim ilişkilerini etkileyen ve örgütleyen bir işlevi de vardır” (Yırtıcı, 2002, s:9).
Yeni tüketim ekonomisine dayanan sistemden önceki zaman içerisinde mekan salt ilişkilerin anısal olarak yaşandığı mekansal paradigmalara dayanırken, bu sistemde örgütlenmiş mekan tipolojileri vardır. Bu salt örgütlenme anlayışının da yine tüketim toplumlarında üretim ilişkilerini denetleyenler tarafından düzenlendiğini görürüz. Bu durum her ne kadar toplumsal ilişkiler açısından bir belirleyen olsa da, bu belirleyenin karşı tarafı salt tüketimin mekanını yaratma çabası içerisinde değerlendirmek durumundadırlar. Mekan kavramı; toplumların hafızalarında yerel, evrensel, kültürel birtakım edimleri savunan ve koruyan bir algı, olgudur. Tüketim toplumunda ise diğer bütün olgular da olduğu gibi mekan olgusunu da ekonomik görüngüler ışığı altında belirlemektedir.
“Mekanın altyapısal dönüşümü” kısaca, mekanın yere, kültüre, fiziksel, sosyolojik girdilere bağlı olma durumundan soyutlanıp, tüketim ilişkilerini belirleyen bir altyapıya indirgenmesi durumudur. Mekanın “yer” ile olan ilişkisinin koparılması onun niteli_inde belirgin bir dönüşüme işaret eder. Mekan bulunduğu coğrafyanın ve kültürün izlerini hafızasında taşıyan bir yapı iken tüketimi örgütleyen ve birbirine entegre olmuş yapılardan oluşan bir sistemin bileşeni haline gelmiştir. ”Kapitalizm kendi mekan ve zaman anlayışını her coğrafyada tekrarlar, o coğrafyayı kendi istekleri doğrultusunda, soyut bir mekan ve zaman anlayışı çerçevesinde tekrar kurar. Bu sayede birbirinden çok farklı coğrafyalar aynı soyut mekan ve zaman anlayışı çerçevesinde birbirlerine bağlanır, tek bir ekonomik sistemin parçası haline gelirler. Bu soyutlama küresel ölçekte işleyen bir ekonominin gerekliliği olarak ortaya çıkar” (Yırtıcı, 2005, s:34).
Mekanın küresel ekonomiye eklemlenmesi ona ait yerel özellikleri ve farklılıklarını yitirip soyut bir sistem haline gelmesine neden olur.
Mekanı bir araç haline getirme işlemi, mekanın özelliklerini yalnızca nitel olan değerleri ile değil de nicel değerleri ile ele almakla başarıya ulaşmak olur. Mekanın bazı değerleri olan büyüklük, genişlik kavramı gibi niteliksel özellikler yalnızca servissel birtakım ifadeler olarak kalmıştır. Bu düzenleme tüketim eylemini düzenleyen aynı mantık tarafından işletilmektedir. Bu aynı zamanda geniş bir ulaşım ağı tarafından desteklenen, teknolojinin imkanlarının işin içerisine katıldığı yeni bir tipoloji olarak donatılı mekansal bir örgütlenme demektir. Bu adeta bir yap-bozun parçalarının birleştirilmesi gibi hepsi birbirini tamamlayan çok büyük bir servis ağının bütünü oluşturan ve gerektiren parçaları gibi işlem görür.
Bugün bir çok yapı bu servis ağının içerisinde yer almaktadır. Havaalanlarından, alışveriş merkezlerine, müzelerden eğlence merkezlerine tüm mekansal oluşumları tüketimsel içgüdü ile yeniden tariflenebilmektedir. Bir çok kentsel doku veya eski doku parçaları kentsel dönüşüm adı altında kentin sermayeyle yeniden tarifine olanak sağlayacak şekilde kentin genelinde yapılan tüketimsel içgüdünün kent meydanına yansımaları olarak biçimlendirilmektedir.
Yeni tüketim mekanları olan dev alışveriş merkezleri, fuarlar, hipermarketler, eğlence merkezleri, müzeler gibi alanların örgütlenme şekli fabrikanın üretimdeki esnekliğine paralel olarak aynı mantıkta çalışmaktadır. Fabrikanın o son derce dışarıdan izole üretimindeki örgütlenme ve denetlenme senkronizasyonu bu mekanlarda tüketim adına işlemek zorundadır.
cc-fair-logo.jpg
Birbirine entegre olmuş, tüketim merkezli mekan örgütlenmeleri, üretimde yapılan akılcılaştırma çalışmalarında olduğu gibi bir dizi akılcılaştırma süreçlerine tabi olmaktadırlar. Ritzer, “Toplumun McDonaldlaştırılması” isimli kitabında (Ritzer, G. 1998, s:22) alışveriş merkezi örneği üzerinden bu çalışmaları şöyle anlatmaktadır:
Verimlilik: Verimlilik genel tanımıyla, belirli bir amaç için optimum araçların seçilmesidir. Kapitalizmin tüm mekansal organizasyonları, zaman, enerji, ve paradan tasarruf sağladıkları, dolayısıyla verimli oldukları iddiasındadırlar. Gerçekten de örneğin ilk bakışta, her türlü ürünün bulunduğu büyük bir alışveriş merkezi, kentte yayılmış bir dizi mağazadan alışveriş etmekten daha verimlidir. Kredi kartı, nakit para taşımayı ve alışverişin nakit para ile sınırlı olmasını ortadan kaldırır ve tüketimi daha verimli hale getirir. Genellikle alışveriş merkezleri, kendilerine ulaşılmayı verimli kılacak bir otoyol sisteminin içindedir.
Hesaplanabilirlik: Tüketim araçları hesap edilebilen, sayılabilen, nicelleştirilebilen şeylere vurgu yapar. Nicelik, niteliğin yerine geçme eğilimindedir. Niceleştirme burada kilit bir kavramdır. Nicelik, verimliliğin kontrolünü sağlar. Niceleştirilen ürün ve işlemler öngörülebilir hale gelir. Niceleştirme, hesaplanabilirliği olanaklı kılar. Kalite yerine miktara vurgu vardır.
Öngörülebilirlik: Öngörülebilirlik, her yerde aynı olma garantisi ve güvenini içerir. Aynılık her düzeydedir. Sosyal ilişkiler belli klişeler içerisinde gerçekleşir. Müşteri – satıcı ilişkisi gibi ürünler de standartlaşmış ve öngörülebilirdirler. Kontrollü bir çevre sunarlar. Hava, iklim, zaman aynıdır. Suç ve belirsizliğin olmadığı bir kamusal çevre sunulur.
Denetim: Tüm mekansal organizasyonlar aslında gizli bir taşıyıcı bant sistemi içerirler. Tüketici içeri girdiği andan itibaren kendisine sunulan mal ve hizmetler ile belli bir sıra dahilinde karşılaşır. Yapılacak her eylem, önceden programlanmıştır.
Çağımızda yeni “zaman-mekan” kavramındaki değişime olan algısızlığın getirdiği yeni anlayış biçimleri homojen ve kendi soyut zaman-mekan algısını tekrar eder olmakla karşı karşıya bırakmıştır bizi. Böylece birbirinden ayrılmayacakmış gibi duran bu iki kavram çifti toplumsala ait bir sorunsal olmaktan çıkınca toplumları da yönetenlerin elinde şekil bulur olmuştur. Bu şekillenme herhangi bir düzenleme aracı ile gerektiğinde bunların çok rahat bölünebilir, birleştirilebilir, sevk ve idare edilebilir olmasını yani yeniden geri dönülesi olmayan bir yapılanma içerisinde bulunmasını olanaklı kılmıştır. Kapitalizm, tüketimi düzenlemek için mekan ve zamanı kendi istekleri doğrultusunda yönlendirebilmektedir, bunda modern toplumun mekan ve zaman anlayışının farklılaşmasının rolü büyüktür.
Kapitalizmin üretim tekniklerindeki gelişmeye ayak uyduracak yeni tüketim teknikleri ve araçları bulması kaçınılmaz olmaktadır. Bir çok yöntemin kullanımı daha çok popüler kültür öğeleri ile kültürel iletişim, reklam, marka oluşturma çabaları, moda ve trendlerin yaratılması alanındaki etkileşim çerçevesinde oluşmaktadır. Buna siber alemdeki yolculuğumuz ve yine sanal para kartları olan önce al-sonra öde mantığının sahibi kredi kartları gibi mekansız olan ancak her mekanda da aynı anda olan/olabilecek düzenlemeler, uluslararası ağların gelişimi, internetin yaygınlaşması ve başlı başına yeni bir alışveriş kültürünün taşındığı yerlerin bizde yeni müşterileri olduk. Bu yapılanma kapitalizmin yeni tüketim stratejileri arasındaki zaman-mekan oyunu olarak mekanın zaman tarafından kuşatılmasını adeta fethedilmesini olanaklı kılacak son teknoloji numaralarıdır.
İletişim ve bilgisayar teknolojilerindeki değişiklikler, çalışmak için işe gitmenin bir zorunluluk olmasını ortadan kaldırmıştır. Evinde, bilgisayarının başındaki birey, dünyanın her yerinde artık iş yapabilmekte, anlaşmalara imza atabilmekte, telekonferans sistemleri ile ortak kararlar verebilmektedir. Benzer bir şekilde alışveriş yapmak için de dışarıya çıkma zorunluluğu kalmamıştır”(Yırtıcı, 2003, s:73).
Üretime karşılık fabrikanın yükselişi beraberinde tüketime karşılık bu üretimi dengeleyecek yeni tüketim merkezlerini yaratmıştır. Bu mekanların birer cazibe merkezleri olmalarının, yeni kamusal kente aday kentsel mekan/meydan olma özelliğinin yanında üretimi beraberinde de tüketim denetleyen yeni kentsel çekirdekler olduğu gözlenir. Bu yeni mekansal biçimleniş geleneksel ticari faaliyetten faklı olarak ilk defa Aristide Boucualt’un 1852’de Paris’te “Bon Marche” adı altında açtığı bugünkü anlamda basit bir perakende satış dükkanı idi. Bunun yine ilk defa çoklu ve organize bir şekilde işleyen hali ise 20. yüzyıl ortalarına kadar mimarının tasarımını beklemek zorunda kalacaktı.
Gruen’in bu düşüncelerle tasarlamış olduğu ilk alışveriş merkezi Northland Alışveriş Merkezi’dir. Bu merkez çeşitli bina kitlelerinin birbirlerine açık alanlar ile bağlanmasından oluşan bir komplekstir. Detroit’te yer alan Northland Alışveriş Merkezi’nin açılışını izleyen on yıllar içerisinde, bu merkezin çevresindeki 1 km2’lik alan içerisinde apartman ve ofis blokları, bir otel, bir hastane, araştırma laboratuvarları gibi çeşitli yapılar yapılmıştır. Dolayısıyla, Northland tam da Gruen’in Şekil 1’de ifade edilen düşlerine uygun olarak, çevresindeki kentsel yaşamın gelişimini sağlayan bir jeneratör olarak görev yapmıştır. Gruen’in bu alışveriş merkezi ile kanıtladığı bir diğer fikir ise, iki katlı alışveriş merkezlerinin doğru bir şekilde tasarladıklarında üst katlarının da iş yapabilmesidir. Bu döneme kadar, genellikle insanların üst katlara çıkma konusunda çok da istekli olmayacakları yaygın bir görüştür. Ancak, Gruen’in Northland Merkezi’nde insanlar, yürüyen merdivenleri kullanarak üst katlara çıkıp; merkezin üst katlarını görme ve evreyi daha geniş bir açıdan izleme olanağını ilginç bir deneyim olarak benimsemişlerdir (Kowinski, 1985).
Gruen’in alışveriş merkezini kentsel gelişmenin çekirdeği olarak gören anlayışını ifade eden diyagram (Leong, 2001) bu gelişmeyi düşündürücü bir şekilde örneklemektedir.Gruen’in Northland Alışveriş Merkezinden sonraki Southdale Alışveriş Merkezi tamamen kapalılık ve iki katlı olması sebebiyle bu arketipin ilk defa 1956 yılında ilk örneğinden de ayrılan sonrakilerin öncülü olmuştur.
Southdale Alışveriş Merkezi’nin açılışını takip eden yıllarda Kuzey Amerika ve Avrupa’da çok sayıda alışveriş merkezi açılmıştır. Ancak bu yeni alışveriş merkezlerinin tasarımlarında, Gruen’in arketipini oluşturduğu alışveriş merkezinin felsefi kökenleriyle kimse çok fazla ilgilenmemiştir. Gruen ilk kapalı alışveriş merkezi olan Soutdale’i apartmanlar, evler, okullar, hastane ve bir parktan oluşan bir yaşam kompleksinin içinde tasarlamıştır. Burada amacı herkesin demokratik bir şekilde bir arada kullanacağı bir kent imgesi oluşturmaktır. Ancak Gruen’in ilk alışveriş merkezi için öngördüğü bu düşünce gerçekleşmemiştir ve Southdale şekilde de görüldüğü üzere otopark denizi içinde yüzen betondan bir kutu olarak kalmıştır (Aksoy, 2004).
Southdale Alışveriş Merkezi ve çevresini saran otopark alanı (Leong, 2001)
Gruen bir Frankenstein yarattığını fark ederek şöyle demiştir: “benim düşlerim ziyan edildi, çirkinleştirildi, müteahhitler sadece kar peşinde” (Aksoy, 2004).Gruen’in sosyal ve kültürel iletişimin yeni adresleri olarak gösterdiği bu merkezler yalnızca ticarileşmenin değil aynı zamanda da meta fetişizmiyle yaşanan, yalnızca tüketim ürünleri ile değil içerisinde barındırdığı etkinlikler kapsamı ile de yeni kentsel mekanın eskisini tükettiği Kowinski’nin (1985), deyimiyle “tüketim katedralleri” şeklini almıştır. Nesnelleşmiş insan aklınının durgunluk derecesinde bir büyülenme ve etkilenmesinin yaşatıldığı, simule edildiği bu mekanlar tüketimin çeşitli etkinliklerle de canlı tutulduğu her yere dönüşebilen ama hiçbir yere ait olmayan kimlik sorunu yaşamaktadırlar. Alışveriş merkezleri, Şekil 5’te de görüldüğü üzere, iş saatleri dışında insanların çekileceği yeni aktivitelerin de aynı zamanda çekim alanıdır. Baudrillard’a göre buralar her şeyi yutan dev bir kaleydoskopçasına her şeyi içerisine alabilir. Meta panayırı olarak adlandırdığı buralarda bize küçük de bir kent yaşantısını cömertçe simule etmekten geri kalmazlar.
Dünyanın en büyük alışveriş merkezi olan West Edmonton Mall’un içinde yer alan yapay göl (WEM broşürü)
Üretim araçlarındaki kontrolün sermayeye sağladığı karlılık diğerlerinin nasıl proleterleşme nedeni ise bu mantıkla yapılan araçsal akılcılaştırma ile tüketim araçları üzerindeki denetim, tüketicilerin de aynı şekilde kontrol altına alınarak tüketilmesini sağlamaktadır. Artık son kullanıcılar kendilerine sunulan, sınırlandırılan sınırlı bir dünya içerisinde seçme hakkına sahip bırakılmakta yada bir başka deyişle seçme şansı verilmemektedir. Bu şekilde manipulatif kitleler daha kolay idare edilebilir hale gelmektedir. Aşağıdaki Türkiye ortamından daha somut örneklemler konunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
İKU Yüksek Mimar Osman ŞİŞEN
osmansisen@msn.com
00 90 0537 644 34 11

KAYNAKÇA:
Aksoy, Z., (2004). Neye niyet, neye kısmet: Kapitalizmin kalesi devasa alışveriş merkezi fikrinin de bir sosyaliste ait olduğunu biliyor muydunuz?, Radikal İki Gazetesi, 28 Mart 2004, s. 1.
Buck-Morss, S. (1983) “Benjamin’s Passagen-Werk”, New German Critique, 29.
Benjamin, W. (1982) Das Passagen-Werk, 2 cilt, (der.) R. Tiedermann. Frankfurt: Suhrkamp. “Pasajlar, çev.: Ahmet Cemal, YKY, 2004”.
Baudrillard, J. (1970) La Société de consomation. Paris: Galimard. “Tüketim Toplumu, 2. Baskı, çev.: Hazal Deliceçaylı-Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, (2004)”.
Bennett, T. (1988) “The Exhibitionary Complex”, New Formations, 4.
Bocock, R. (1993), Consumption, Routledge “Tüketim, 1. Baskı, Çeviri: İrem Kutluk, Dost Kitabevi, Ankara, (1997) ”.
Chaney, D. (1983) “The Department Store as a Cultural Form”, Theory, Culture & Society, 1(3).
Featerstone, M., (1991), Consumer Culture and Postmodernism, Sage. “Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, 2. Baskı, çev.: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2005, 52”.
Gruen, V., Smith, L., (1960). Shopping towns USA, Reinhold Publishing Corporation, New York.
Gürbilek, Nurdan; 1992, Vitrinde Yaşamak: 1980’lerin Kültürel İklimi, Metis Yayınları, İstanbul.
Hasol, D. (1975), Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü, 8. Baskı, Yem Yayınları, İstanbul, (2002).
Kowınskı, W. S., (1985). The malling of America, William Morrow and Company, Inc , New York.
Ritzer, G. (1998). Toplumun McDonaldlaştırılması (çeviren: Ş. S. Kaya). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. s:22
SÜER, Dürrin ve SAYAR, Yasemin; 2001, Değişen Tüketim Alışkanlıkları ve Mekanları: Alışveriş Merkezleri, Mimarlar Odası İzmir Şubesi Ege Mimarlık Dergisi, yıl: 11-12, Sayı. 40-41, sayfa: 7-8, İzmir
Thorns, D. (2004). Kentlerin Dönüşümü, (çeviren: Nal, E., Nal, H.) İstanbul: Soyak Yayınları. S: 120-123-127-72-136-135-133
Urry, J. (1988) “Cultural Change and Contemporary Holiday-making”, Theory, Culture & Society, 5(1).
Yırtıcı, H. (2002). Tüketimin Mekansal Örgütlenmesinin İdeolojisi. Mimarlık ve
Tüketim. İstanbul: Boyut Yayın Grubu. S: 9-23-24
Yırtıcı, H. (2003). Mekanın Altyapısal Dönüşümünün Ekonomi Politiği. Arredamento Mimarlık 2003/06. s: 74-73
Yırtıcı, H. (2005). Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. S: 34-39-79-59-85-84-111-114
Williams, R.H. (1982) Dream Worlds: Mass Consumption Late Nineteenth Century France. Berkeley: California University Press.

TERCEME-İ HAL

1982 yılı Zilkade ayının onsekizi Pazartesi günü Dünya'ya gelmişim. Ömer olan abimin adıyla musamma olaraktan babaannem benim de adımın Osman olarak koyulmasını istemiş.
Doğduğum ev Küçükçekmece’nin Sefaköy semtinde İnönü mahallesi denen üç katlı bahçeli kagir bir evin bulunduğu mahalde meskun idi. Bugün de var olan bu ev Kars’ın Arpaçay ilçesi Hamzagerek köyünden şehre indiğimiz ilk evdir.
Dedemler ebâecdad buralı olup büyükdedemlerin 1876-1877 yıllarında Osmanlı-Çarlık Rusya’sı arasındaki umumi harbe efkar ikame ettikleri bugün Ermenistan’ın başkenti olan Erivan’a bağlı bir kazadan mübadele göç şekliyle zorla ve zulümle gönderilmiştirler.
Geniş bir ailede büyümemle üzerime titreyen aile fertlerinin aşırı sevgisine binaen narin bir yapıya sahip olmamdan da kaynaklanan yakalandığım bronşit hastalığından kurtulamıyışım hocaya müracatla kurban kesilerek defedilmiş.
Eğitim Yılları :
İslam aleyhtarlığının en şiddetli olduğu yıllarda yalnızca yazları açılıp kapanan kuran kurslarına devam etmekle yarım kalan Kur’an öğrenimimi ancak onbeşli yaşlarda tamamlayarak ilk hatimimi indirebildim. Mektebe başlamadan önce Kur’an Hocasına gitmeme rağmen eğitim sisteminin müsaade etmeyişi, ailemin ve tüm bu diğer şartların da marifetiyle o yıl Mustafa Eravutmuş İlk Mektebine başladım. İlk ve o zaman ki adıyla orta tahsilimi tamamiyle bu mektepte bitirdim. Yazları çeşitli işlerde çalışır okul harçlığımı kendim kazanmaya başlar boş vakitlerimde de başta dini ilmihal kitapları olmak üzere elime ne geçse okuyordum. İlk okuldan itibaren başarılı bir öğrenciydim. Özelliklede sözel ve tarih konusunda ki daha ilgili ve başarılıydım. Fakir bir ailenin çocuğu olarak babam beni liseye göndermek istemedi. Fakat daha sonraları bir toptan-veresiye bakkal dükkanımızın olması hasabiylede lise tahsiline ailede abimin okumayışı ve ve kız kardeşime de örnek olarak ben kaldığımdan ötürü okuyacak bir kimse olsun deyip Nahit Menteşe Endüstri Meslek Lisesi elektrik bölümüne yazdırdılar. Son senemde de ESEM Elektrik Sayaçlarında staj gördüm.
1996 yılında Liseye başladığım zaman, şahsiyet ve fikirlerim ana hatlarıyla tebellür etmiş bulunuyordu. Kendime göre fikrî bir muhitim de vardı. O yıl (1996) Kuran kursundan hocam ve yeni başladığımız emlak inşaat işinden ortağımız olarak imam hatipten terk ettirilmeye zorlanan ve bu sebepten de muzdarip okuyamayan iki değerli insan aynı dertle hallenen yine beni kaderin bir cilvesi en büyük etkileyen insanlar arasında olmuşlardır. Bunlar, CHP, M. Kemal Paşa ve inkılaplara bakış açımın teşekkül etmesinde mühim bir merhale oldu. Esasen öteden beri evimizin dindar havasında bunlar menfur ilân edilmiş olduklarından bende, bu istikamette bir temâyülün ilk nüvesi mevcuttu. Lâkin bu sûretle başlayan yakın tarihimizle alâkalı bir bakış açısı, zamanla gelişecek, hayat ve mücâdelemin hâkim çizgisini teşkil edecekti.
Lise sonunda kazandığım Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İnşaat Teknikerliği bölümünü dönemin imam hatiplerinin önünü kesmek üzere uygulanan katsayı adaletsizliğiyle eşit şartlarda sayılan bölümüm yüzünden istediğim lisans düzeyinde eğitimi alamayacağım için istemedim. Daha sonra katsayı dezavantajı, bölüm değiştirme , kazanıpta gitmeme gibi vesair nedenlerden dolayı puan yükseltmek zorunda kaldım vede Lise sonunda Nurcuların olan Kültür Dershanesine ÖSS için gitmeye başladım. Buradan ve Liseden bazı milliyetçi dindar arkadaşlar edindim. Bunlar vasıtalarıyla Risale-i Nur külliyatı okumalarında bulunarak haberdar oldum. O sırada güdümlü demokrasi mücâdelesinin hızlanmasıyla dindar insanlar da milliyetçilik adı altında yavaş yavaş fikirlerini izhar etmeye başlamışlardı. Bu sebeple üç-beş sayı çıkıp batan birkaç sayfalık gazete ve dergiler görülüyordu. Bunların her birinden birşey kapmışımdır.
1999-2000 yılları arası süren dershane tecrübemden sonra hasbelkader İstanbul Haliç Üniversitesinin aileden de gelen inşaatçılık geleneği şansıyla Mimarlık bölümüne girmiş bulundum. Fakülte hayatım lisedekinin birkaç katı daha hareketli ve mücâdeleli geçti. Ehemmiyetli olanı bir taraftan çalışarak, diğer taraftan da okumak sûretiyle fakülteyi yürütmüş olmam ve dava için uğraşmaktan bir an bile geri durmamamdı. Üniversitenin karşıt sol görüşlü olması bu dönemdeki duygularımın iyice bastırılmasıyla sivrilmiştir. Vakıf üniversitesi olduğu için babamı ikna etmek ancak dükkanda ona çalışarak okul parasını çıkaracak kadar yardım etmekle olabilmişti. Yine de okulumun dövizle olan eğitim masraflarını ödemek dönemin hükümet krizleri nedeniyle her gün yaşanan devalüasyonla katlanarak bir hayli meşakkatli olmuştur. İlk bir yılı İngilizce hazırlık olmak üzere beş yıl sonra 2005’te buradan icazet aldım.
Bir yıl aradan sonra İstanbul Kültür Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Fakültesi Mimarlık Ana Bilim Dalı Mimari Tasarım programında yüksek lisansa başladım. Aldığım 11 dersten verdiğim çeşitli sınav ve makaleler yanında bazıları danışmanım olan Doç. Dr. Hakkı Yırtıcı’ya verdiğim “Mimarlık ve Tüketim” gibi makaleler internette yayın fırsatı bulmuştur. (1) 2008 sonu itibariyle buradaki mastır eğitimimi tamamlayarak hem okul hem iş hayatım yalnızca iş hayatıyla mesleğe en faydalı olacak sürece girmişken askeri celp kararı ile 2009 Nisan’ında kesintiye girmiş ve de her türlü maddi-manevi yoksunlukla ve haksızlıklarla inanca, insana saygının olmadığı 2009 Kasım ayında İzmir Ege Ordusu Narlıdere Kışlası İnşaat Emlak Şube Müdürlüğünde vatana kısa dönem Çavuş olarak yaptığım hizmetle son bulmuştur. Askerliğin bana kattığı ve öğrettiği sırasıyla şu iki şey olmuştur.Birincisi askeriyenin artık bir peygamber ocağı olmayışı, ikincisi ise kattığı sabır, sebat ve metanetle Allah’ın kader-i ilahisine boyun eğmek.

İş Hayatı :
Okuldan sonra iş hayatım bir ay gibi hemen ve çok hızlı başladı. 2005-2007 yılları arasında ilk işimi yine ikamet ettiğim ilçede bulunan ASM İnşaat Peyzaj Sanayi ve Dış Tic.Ltd.Şti.nde buldum. Buradaki görevim saha mühendisliğini ve de hakediş –kesin hesap işlerini takip etmek olarak iş bitimine kadar sürdü . Uygulamasını yaptığım işlerden bazıları ;
Esenyurt Sınırlarındaki Dini Tesislerinin Çevre Düzenlenmesi ve İhata Duvarlarının Yapılması İşi
Esenyurt Sınırlarındaki Okullarının Çevre Düzenlenmesi ve İhata Duvarlarının Yapılması İşi
Esenyurt Belediyesi Yemekhane Binası İnşaatı ve Çevre Düzenlenmesi İşi
Esenyurt Belediyesi Kadın ve Aile Sağlığı Evi İnşaatı İşi
Fatih Belediyesi 2. Bölge Parkların Bakım ve Onarım İnşaatı İşi olmuştur.
İkinci işim ise 2007-2008 askere gidiş dönemi öncesine kadar, sonrasında da yüksek lisansımı tamamlama fırsatı bulabileceğim Çakı İnşaat Tur. San. Ve Tic. Ltd. Şti. ndeki şantiye şefliği görevimde olmuştur. İBB’ye yaptığım Eyüp ilçesi Alibeyköy semtindeki bu proje bir sosyal ve sportif tesis olarak yarı olimpik kapalı yüzme havuzunu da içermekteydi. İş bitimim ile askerlik ve yüksek lisansımın son dönemi olması takdiri ilahi ile tam bir tevafuk olmuştur.
Üçüncü şantiye şefliğimi ise askerlik dönüşü Bilgili Mobilya’nın iş merkezini Yurtkura 235 yataklı yurda çevirme olarak gerçekleştirdim. Bu iş ise dört ay gibi kısa bir sürede çoğu zaman gece mesaisiyle bitirilebilmişti.
2010’dan beri Çakır İnşaat ve Tic. Ltd. Şti.nde Küçükçekmece Belediyesine yapmakta olduğumuz Söğütlüçeşme mahallesi Taştepe mevkii Bilgi Evi İnşaatı Projesinde şantiye şefi olarak çalışmaktayım.

Özel Hayat :
Halen bekar olup bir evli abim ve bir de bekar kız kardeşim bulunmaktadır. Cennetmekan pederim ve valideme de ALLAH (Celle Celâlühü) bereketiyle hayırlı ömürler ihsan eylesin.




Dipnotlar

(1) [http://www.mimdap.org/?p=14739"Mimarlık ve Tüketim"] – Osman Şişen, ''www.mimdap.org'', 01 Ocak 2009. Erişim: 27 Ocak 2009

CV

KİŞİSEL BİLGİLER

Ad Soyad : Osman ŞİŞEN
Uyruk : T.C.
Tc. No. : 25529052774
Cinsiyet : Erkek
Medeni Durum : Bekar
Doğum Tarihi : 06.09.1982
Doğum Yeri : İstanbul
Ehliyet Durumu : B sınıfı 2005 Aktif olarak
Askerlik Durumu : 2009 İzmir kısa dönem İstihkam çavuş
Çalışma Durumu : Çalışıyor

İLETİŞİM BİLGİLERİ

Adres : Kartaltepe M Atakan S N2 D9 Sefaköy K.Çekmece İst
Cep Telefonu :5318612767
E-Mail : osmansisen@msn.com
Web Adresi : http://www.facebook.com/osman.sisen
http://birgo.mynet.com/osisen


KARİYER HEDEFİ

Mimarli uygulama ve pazarlama alanındaki iş geliştirme becerilerimi global ve kurumsal bir firmada üst düzey yönetici olarak değerlendirmek kariyer hedeflerim arasında olmuştur.

Şirketiniz bünyesinde sağlam adımlarla ilerleyerek güvenimi, aklımı, bilgimi hırsımı, güler yüzümü ve özgüvenimi harmanlayarak kariyerimin en üst seviyesinde başarılara imza atmak istiyorum. Ufku geniş, kıvrak, zekalı, stres altında çalışabilen, insan psikolojisini bilen, empati kuran, beden dilini iyi kullanan, yaratıcı, dinamik, ekip çalışmasına yatkın, müşteri ilişkileri kuvvetli bir yapıya sahibim.Sizin şirket bünyenizde uzun süre çalışmak ve kariyer yapmak istiyorum. Bana bu şansı vermenizi önemle rica ediyorum. Teşekkür ederim.


EĞİTİM BİLGİLERİ

2006-2008 İkü Mimarlık Mimari Tasarım Yüksek Lisans Programı
2001-2005 Haliç Üniversitesi Mimarlık Bölümü
2000-2001 Haliç Üniversitesi İngilizce Hazırlık Okulu
1999-2000 Üniversite Hazırlık Kültür Dersaneleri
1996-1999 Nahit Menteşe EML Elektrik Bölümü İstanbul
1988-1996 Mustafa Eravutmuş İlköğretim Okulu


STAJ

Cankurtaran Holding Esem Elektrik Sayaçlarıve Elektrik Malzemeleri Tic. ve San. A.Ş.
BURSLAR

Haliç Üniversitesi %50 Lisans Eğitim ve Öğretim Bursu 2000-2005 Arası


BİLGİSAYAR BİLGİSİ

AutoCAD, AMP vs. Hakediş Programları, ArchiCAD, (Photoshop, 3ds Max Orta)
Windows NT, Microsoft Ofis 98; Excel, Word, PowerPoint, Access, Internet


YABANCI DİLLER

Okuma Yazma Anlama
İngilizce(English): Orta Orta Orta


EĞİTİM ve SEMİNERLER

- 02/2006 Web Tasarım Eğitim Kursu İsmek/İBB
- 09/2005 3ds Max Eğitim Kursu MİMTEK/İST


İŞ DENEYİMLERİ

ÇAKIR İNŞAAT SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. 212 693 93 45 www.cakirinsaat.com
2010-2011
Küçükçekmece Belediyesi Söğütlüçeşme Bilgievi ve Çevre Düzenleme İşi
Şantiye Şefi

BİLGİLİ MOBİLYA MARES İNŞAAT VE TİC. LTD. ŞTİ. 212 624 31 81 www.bilgilimobilya.com2009-2010
Yurtkur Beşyol Florya Yurt İnşaatı Tamamlama
İnce İşler Saha Şefi

ÇAKI İNŞAAT TUR. SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. 216 342 36 66
2007-2008 İBB Eyüp Yeşilpınar kapalı yüzme havuzu ve sosyal tesisler inşaatı
Şantiye Şefi

ASM İNŞAAT PEYZAJ SAN. VE DIŞ. TİC. LTD. ŞTİ. 212 601 17 73 www.asminsaat.com2005-2007
Esenyurt Sınırlarındaki Dini Tesislerinin Çevre Düzenlenmesi ve İhata Duvarlarının Yapılması İşi.
Esenyurt Sınırlarındaki Okulların Çevre Düzenlenmesi ve İhata Duvarlarının Yapılması İşi.
Esenyurt Belediyesi Yemekhane Binası İnşaatı ve Çevre Düzenlenmesi İşi
Fatih Belediyesi 2. Bölge Parkların Bakım ve Onarım İşi
İBB Esenyurt Kadın ve Aile Sağlığı Merkezi
Mimar - Hakediş Uzmanı





EK BİLGİLER

Hükümlülük Yükümlülük :Yok
Mağduriyet :Yok
Sigara Kullanımı bağımlılık :Yok
Engellilik, Seyahat Engeli :Yok
Hobiler :Kitap okumak,Müzik dinlemek,Yüzmek,Belgesel izlemek,Boks
Üye Dernek Kulüpler :Mimarlar Odası


FİZİKSEL ÖZELLİKLER

Boy : 1.80
Kilo : 70
Göz rengi : Kahverengi
Saç rengi : Siyah
Vücut Yapısı : Atletik

REFERANSLAR

ÇAKIR İNŞAAT SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. 212 693 93 45
BİLGİLİ MOBİLYA MARES İNŞAAT VE TİC. LTD. ŞTİ. 212 624 31 81
MUHAMMET ATEŞ Ateş Mimarlık-Proje Kurucusu 532 692 46 42